Dibe Vuruş – Mustafa Öztürk

Dibe Vuruş

Bir müslüman olarak içim acıyor; çünkü bütün bir İslam dünyası son birkaç asırdır alçak sürünme halinde isbat-ı vücut ediyor.

Gerçi Allah’ın her günü, “sürünmeye başlayalı kaç asır geçti, tarihsel çevrim gereği bu izmihlalden kurtuluş vakti çok uzak olmasa gerek” düşüncesiyle ümit tazeliyoruz; ama gelin görün ki topyekûn İslam âlemi olarak alçak sürünmemiz her geçen gün daha da vahimleşiyor. Özellikle din, dinî düşünce ve pratikte süreç dibe vurma süreci gibi işliyor.

Öyle ki Ortadoğu’nun göbeğinde ansızın IŞİD denilen bir katiller güruhu peyda oluyor ve İslam dini bu güruhun elinde sırf kan dökmeye yarıyor.

Aynı din öz yurdumuzda peydahlanıp palazlanan FETÖ ihanet şebekesinin elinde ise adeta haşhaş ve afyona dönüşüyor. İhtimal ki FETÖ din konusunda Marx’ı referans alıyor. Çünkü Marx din konusunda hem “baskı altında ezilen yaratığın iç çekişi ve kalpsiz dünyanın kalbi” diyor hem de “din halkın afyonudur” tespitinde bulunuyor. FETÖ elebaşı ise kalpsiz dünyanın kalbi olmak gibi yumuşak din söylemleriyle çıktığı yolun sonunda afyon komasına girmiş bir haşhâşî sürüsünü sevk ve idare ediyor.

***



Ortadoğu coğrafyasına bakıldığında, kan revan manzarasından başka bir şey görünmüyor.

Sözde İslam ülkeleri sürekli olarak birbirleriyle didişiyor. Hamas, el-Fetih, Emel, Hizbullah gibi sayısız radikal örgüt ise birbirini yemeyi cihad telakki edecek kadar müptezelleşiyor. İslam dünyasındaki devletlerin ahvaline bakıldığında, sözgelimi Mısır İsrail’den yediği onca dayaktan ötürü Stockholm sendromuna yakalanmış görünüyor. İran’daki devlet aklı Pers ve Sâsânî ajandasına göre çalışıyor, Şiîlik ise kılıf olarak bu ajandayı saklıyor.

Bedevilikten vazgeçmemeye yeminli Suudi Arabistan aşiret iktidarının siyasi ömrünü uzatmaktan başka bir şey düşünmüyor. Suriye’deki iktidar mehdi-mesih bellediği Rusya’ya bütün varlığını vakfediyor. Afganistan ve Pakistan gibi devletler ise Hanefilikten Taliban üretme ayrıcalığıyla temayüz ediyor. Sonuçta bütün bunların hasılası iflah olmaz bir şamar oğlanlığına karşılık geliyor.

İslam dünyası bilgi, bilim, felsefe, teknoloji adına hemen hiçbir şey üretmiyor, sadece tüketiyor.

Hiçbir İslam ülkesi, “Biz Allah’ın gönderdiği son peygamberin ümmeti ve son vahyin müminleriyiz; ama nedense hep biz mağlup, ehl-i küfür galip; bu nasıl iş?” diye düşünüp kendine çeki düzen verme ihtiyacı hissetmiyor. İslam âlemi bilgi, bilim ve felsefe namına hemen hiçbir şey üretmediği gibi, genel insanlık ailesine ahlâkî bir örneklik de sunmuyor.

Hâl böyleyken ve bunca düşkünlüğe rağmen İslam adına konuşup dinî-ahlâkî retorik üretmekten de geri durulmuyor.

Nurettin Topçu 1965 yılında yazdığı bir mektupta şöyle diyor: “Ahlaksızlığın ummanı olan bu Şark’ı yaşadıkça tanıyorum. Burada insanı fenerle arayanlar yanılmamışlar. ‘Müslümanız diyen insan yığını’ yok mu? Onlar Şark’ın en aşağı tabakasını temsil ediyor. Müslümanlık, yaşanan şekliyle müslümanlık Şark’ı bitirmiş. Buraya artık ne ilim girer, ne ahlak, ne de Allah uzanır bunlara. Bunların önce her şeyi bırakıp insanlık devrine girmeleri lazım…”

Dinî-ahlâkî alandaki genel manzara bizim memlekette de pek hoş görünmüyor.

Özellikle din konusunda dibe vurma süreci maalesef bu topraklarda da işliyor. Öyle ki kendini Ehl-i Sünnet’in resmî temsilcisi ve bekçisi olarak gören birisi çıkıyor, “Aşere-i mübeşşere listesine ben de dâhil edildim; zira benim cennetten müjdecim geldi” mealinde bir hezeyanda bulunabiliyor ve böyle bir hezeyanın sahibine belki milyonlarca insan dikkat kesiliyor. Üstelik bu tipler bir taraftan imitasyon peygamber terliğinden yanmaz kefen pazarlamacılığına kadar her türlü şarlatanlık ve bezirgânlığa imza atarken bir taraftan da sözüm ona sahih Sünnî itikadın Türkiye temsilciliğini elden bırakmıyor.

***

Bunların nezdinde Ehl-i Sünnet itikadının referans kaynağı ve sahihlik vasfı, kelâmî ve/veya fıkhî meselelerle ilgili herhangi bir bilginin Beyrut veya Haydarabad baskısı bir Arapça eserde yer almasına ve bu klasik eserin müellifinin Sünnîliğe mensup olmasına göre belirleniyor.

Yani, “Efendim, İbn Âbidin böyle söylüyor” denildiğinde, söz konusu bilgi veya görüş kesin doğru olarak takdim ediliyor. Kısacası, bugünkü yaygın Ehl-i Sünnet söylemi klasik dönem Sünnî kelam, fıkıh, tefsir âlimlerine ait eserleri tarih-üstü metinler olarak algılama ve bu eserlerdeki her görüşü tartışılmaz doğru sayma cehaletiyle şekilleniyor. İşte bu cehaletin temsilini üstlenen skolastik zihniyet dinî düşünce alanında dibe vurmamızı kaçınılmaz hale getiriyor.

Kaynak:karar.com

İlgili Yazılar