Ali Bulaç
Aklın özgürlüğü
İslam düşünce tarihinin önemli problem alanlarından biri vahy ile akıl (veya nakil-akıl) arasındaki ilişkidir. Genelde bu problemi “din-felsefe ilişkisi” başlığı altında toplamak mümkün. Düşünce tarihini yakından bilenler, bu ilişkinin mahiyetinin belirlenmesiyle ilgili çıkan tartışmanın çok verimli olduğunu da bilirler. Birçok Batılı araştırmacının da kabul ettiği gibi Avrupa’da rönesans, reform ve özgür düşüncenin gelişmesinde İslam dünyasındaki bu tartışma önemli rol oynamıştır.
Batı-Hıristiyan küresinde birbirinden tamamen ayrı iki cevher ve iki ayrı özerk alan arasındaki çatışma söz konusu iken ve bunun sonucunda kaçınılmaz olarak birbirinden tamamen ayrı iki Hakikat (çifte-gerçeklik) yüzyıllarca insan zihnini meşgul edip geriden çok sayıda siyasi ve sosyal çatışmayı beslerken, İslam dünyasında tartışmaya katılan bütün tarafların ittifakıyla Hakikat ve tek ve bir kabul edilmiş; ancak bu Hakikat’e hangi veya öncelikli araç ve yollarla ulaşılabileceği konusunda ihtilaflar çıkmıştır.
Katı sayılabilecek nakilcilerin dahi, son tahlilde aklın gerçekliğini ve değerini görmezlikten gelmemiş olmaları; aklı öncelikli bilgi kaynağı ve aracı görenlerin de dini (şeriatı veya nakli) insan için gerekli bir bilgilenme ve yaşama yolu olarak görüp, aynı Hakikat’e akıl yanında din yoluyla da ulaşılabileceğini söylemiş olmaları çok önemlidir. Bunun en çarpıcı ifadesi Tehafüt’ü Tehafüt’te İbn Rüşd’ün “vahy ve akıl aynı memeden süt emen ikiz kardeşlerdir” demesidir. Yani İslam tarihinde aklın geçerli bir bilgi kaynağı olduğunu öne sürenler hakkında -siyasi iktidarların maksatlı müdahaleleri dışında- hiçbir mahkeme veya kadının dava açtığı vaki değildir; buna mukabil aynı tarihlerde Hakikat arayışında akla başvurulur diyenlere karşı kilise mahkemelerinin yüzlerce insanı ateşe atarak yaktırdığı bilinmektedir.
Kilise’ye göre gerçekliğin bilgisi akılla bulunmaz; çünkü akıl, insanın içinde faaliyet gösteren şeytanın ajanıdır. Eğer akıl olmasaydı Adem günah işlemez ve Tanrı da -haşa- bir keffaret olsun diye biricik oğlunu feda etmezdi. İspanya ve Sicilya üzerinden İslam dünyasının zengin düşünce mirasıyla tanışan ve tercümeler yoluyla bunu intikal ettiren Avrupalı filozof ve bilginler, eğer Kilise Hakikat arayışını, Kilise’nin Hakikat’e sahip olmadığı anlamına alıp bunun önüne geçmek istiyorsa, bu gerçekten de Kilise’nin insan aklını ve vicdanını yatıştıran bir hakikate sahip olmadığı anlamına gelir; ama insan, her ne olursa olsun varlığın, hayatın ve kaderinin içinde saklı olduğu Hakikat’in ve Hakikat bilgisinin ne olduğunu araştırmadan duramaz, bedeli ne ise onu ödemeye hazır olmalı, diyerek yüzyılların etkisinde muhkem hale getirilmiş teolojik dogmaların bir bir yıkılmasına çalıştılar. Bu anlamda hiç şüphesiz aklını ve zihnini özgürleştiren Avrupa, İslam dünyasına çok şey borçludur. Kilise bütün karşı koymalarına, insanları engizisyon mahkemelerinde ölüme mahkum edip ateşte yakmasına rağmen özgürlüğün tadını bir kere alan zihinleri tatmin edemedi ve hatta bu süreçte Tevhid fikrine ve inancına ulaşan çok sayıda filozof dahi yetişti. Düşünce tarihinde meydana gelen bu önemli kırılma anında Avrupa’da filiz veren Tevhid fikri, korunmuş bir kitap ve münzel bir şeriat tarafından desteklenmediği için, zaman içinde aydınlanma yeni ve farklı bir düşünme şekli oldu.
İslam dünyasında o gün cari olan düşünce ve ifade özgürlüğü öylesine gelişmişti ki, bugün dahi bazı argümanların zikredilmesi bile dudakları uçuklatacak niteliktedir. Bir örnek verelim: Eş’ari kelamcılarına göre salt akli bir düşünme genel doğruları bilebilir, ne var ki bu doğruların hayatta alması gereken şekillerin bilgisi münzel şeriata bağlıdır. Bu görüşte olan Eş’arilerin aksine, Maturidiler peygamber (nübüvvet) olmaksızın da bazı hükümlerin bilinebileceğini öne sürmektedirler. Dahası Maturidiler “şer’an caiz olmayan bir şeyin, aklen caiz olabileceğini” söyleyerek buna küfür ve şirkin affedilmesi meselesini örnek göstermektedirler. Maturidilere bakılırsa küfür ve şirkin affedilmesi şeriat açısından değilse bile akıl açısından caizdir. (Bkz. Taftazani, Şerhu’l-Akaid, İst., 1980, s. 42 vd.)
“İslami engizisyon mahkemeleri”nin olmadığı özgür bir dünyada görüşlerini serdeden Maturidi kelamcıları ve diğerleri, eğer -Allah muhafaza- bütün imanların barometrelerle ve bazı ülkelerde neredeyse dine giriş ve çıkışın “din jandarmaları”nın istintakına ve tahkikatına bağlı olduğu çağımızda görüşlerini beyan edecek olsalardı elbette çoktan hapı yutmuşlardı.