Mâtürîdî Kelâmında İnsan Hürriyeti Meselesi
Prof. Dr. Mustafa Said YAZICIOĞLU
Mâtürîdî her şeyden önce insanın fiil sahibi bir varlık olduğunu kabul etmektedir. İnsan madem ki bir iş, bir hareket, bir eylem yapabiliyor, o halde vakıa olarak fiil sahibi demektir.
Allah “her şeyin yaratıcısı” olması hasebi ile insan fiilinin de yaratıcısıdır. Demek ki yaratma yönünden fiile tesir eden güç, Allah’ın kudreti olmaktadır. Fiil başka bir yönü ile de insana ait olmalıdır ki sorumluluk izah edilebilsin. O halde fiil yaratma yönünden Allah’a, yapma yönünden de insana ait olmalıdır.
Gerek Mâtürîdî gerekse Nesefî’nin bu izahlarından, onların bir fiile iki kudretin etki edebileceği prensibini kabul ettiklerini anlıyoruz. Fiil, yaratma yönü ile Allah’ın, yapma yönü ile de insanın kudretinde olduğuna göre, iki kudret bir fiile etkide bulunuyor demektir.
Mâtürîdî’ye göre yaratma “bir şeye özünü, mahiyetini vermek, onu yokluktan varlık sahasına çıkarmak’’ demektir. İşte bu manada yaratma sadece Allah’a mahsus olan bir hususiyettir.
İnsanın geri dönülmez bir kararlılık ve azimle yapmayı istediği fiil, Allah tarafından yaratılmaktadır.
Bu fiilin Allah tarafından yaratılması demek, insanın o fiili yapması demektir. Böylece insan fiili bizzat kendisi tarafından seçilmekte ve yapılmaktadır. Allah’ın yaratması insanın isteği doğrultusunda olmaktadır.
Böylece Allah’ın yaratması insan irâdesine bağlı gibi görünmekte ise de, Allah için herhangi bir zorunluluk olmayıp, insana hareket serbestisi vererek, dilediği fiili kendi hür irâdesi ile yapabilmesi keyfiyeti söz konusu olmaktadır.
Mâtürîdî ve Nesefî bu noktada, Allah’ın, insan irâdesine hiçbir müdahalesinin söz konusu olmadığı düşüncesindedirler.
Zaten irâdenin kullanılmasında veya yönlendirilmesinde herhangi bir müdahale olacak olsa, insanın fiilinde hür olduğu iddia edilemez. Bu durumda sorumluluğun izahı da zor olur. Aslında Mâtürîdî daha da ileri giderek, insanda mevcut cüz’î irâdenin yaratılmamış olduğu görüşünü ileri sürmektedir.
Zaten Mâtürîdî kelâmının bu konu ile ilgili en önemli yorumu, insan irâdesi ile ilgili görüşünde yatar. Mâtürîdî cüz’î irâdenin yaratılmadığını söylerken bu hususa işaret etmiş olmaktadır. Yani insan, irâdesini. Allah’ın hiçbir etkisi olmadan sevk ve idare edebilmektedir. İradesini bu şekilde kullanmakla tam bir sorumluluk altında bulunmaktadır.
Sonuç olarak şu tesbitleri yapabiliriz: İslâm kelâmcılarının fiil hakkındaki düşünce ve görüşlerinden, insanın mutlak manada hür olduğu sonucu çıkarılamaz. Görüldüğü gibi fiil yaratma yönünden insanın değil, ancak Allah’ın kudreti altında bulunmaktadır. Dolayısı ile bu anlayıştan, mutlak bir hürriyetin varlığı ortaya konamaz.
İslâm kelâmcılarının bu izahı, İslâm’ın temel esprisi ile uyum içerisindedir. İslâm dininde “mutlak”ın her çeşidi Allah’a aittir. “Mutlak kudret”, “mutlak ilim” vb. sadece Allah’ındır.
İnsan da kudret ve ilim sahibi bir varlıktır. Ancak onun kudreti ve ilmi İzafîdir. İnsandan insana göre değişir. Allah’ın kudreti ve ilmi ise mutlaktır: onlara sınır koymak imkânı yoktur. Allah’ın kudreti dışında hiçbir şey düşünülemeyeceği gibi, ilminin ulaşamayacağı herhangi bir husus da söz konusu edilemez.
Her şeyin mutlak’ı Allah’a ait olduğuna göre, insanın mutlak manada hür olması da elbette düşünülemez. İslâm düşüncesinde insana kısmî bir hürriyet verilmiştir. İnsan, kendisine tahsis edilen belli bir alan içerisinde, yukarıda sınırlarını çizmeye çalıştığımız tablodaki gibi bir hürriyete sahiptir.
Filozofların bakış açısı, konuya İslâm kelamcılarından daha tutarlı ve mantıklı bir çözüm getirememiştir.
Zaten bazı filozoflar kelamcılar gibi, insanın mutlak manada hür olmadığını kabul etmişlerdir. Ateist görüş sahibi, Jean Paul Sartre gibi filozoflar da, “insan hürriyetini Allah’ın varlığını inkârla temellendirmeye” çalışmışlardır. Bunun da çözümü kolaylaştıracak yerde, konuyu çıkmazdan çıkmaza sürüklediği ortadadır. Sartre ayrıca insana tam ve sınırsız bir hürriyet tanımak istemekte, ancak bu noktada da çelişkiden kurtulamamaktadır. İnsanın seçimini tayin eden veya seçimine tesir eden pek çok faktörler vardır. Aile, okul, arkadaş topluluğu, içinde yaşanılan cemiyet, örf. âdet, inanç vb. gibi faktörler, insanın seçimini etkileyen belli başlı hususlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Son olarak şu hususa da temas etmek yerinde olur.
Bilindiği gibi kelâm ilmi, temel İslâmî ilimlerden biridir. Kendine göre metotları ve kuralları vardır. Akıl ve akıl ilkeleri, kelâmda olduğu gibi, felsefede de dayanılan esaslardandır. Ancak felsefe, meselelere çözüm bulmaya çalışırken sadece akla dayanır. Halbuki kelâm ilmi, akla dayandığı gibi İslâmî prensipler çerçevesi içinde kalmak durumundadır. Felsefe herhangi bir sınır tanımaz; mutlak hakikati arama peşinde, düşünce sistemi onu nereye götürürse gider. Kelâm ilminin ise belli hedef ve gayeleri vardır. İslâmî prensiplerin ortaya konması ve savunulması esastır.
Buradan hareketle hürriyet konusunda, kendisini hiçbir kayıtla bağlı hissetmeyen felsefenin, kelâma nisbetle daha pratik çözümlere ulaştırıcı sonuçlara varması gerektiği, bu konuda daha avantajlı olduğu düşünülebilir.
Ancak bir mukayese yapıldığında felsefe lehine bir durum teshil edemiyoruz. İslâm kelâmcıları, belli bazı prensiplerden hareket edip, sınırları belli ve tayin edilmiş bir çerçeve içerisinde kalmalarına rağmen, pek çok filozoftan daha tutarlı, mantıklı ve ikna edici izah tarzları ortaya koyabilmişlerdir. Felsefenin en önemli konularından birisi olan hürriyet meselesinde, filozofların İslâm düşünür ve kelâmcılarına üstünlüğü söz konusu edilemez. Bütün mesele, İslâm kelâmcılarının bu konuda ortaya koydukları esasları, modem ilimlerden de istifade ederek daha akılcı, ikna edici ve tutarlı bir şekilde ortaya koyabilmektedir.