Hanefi-Matüridi Gelenekte Bilgi ve İman
Prof. Dr. ENGİN ERDEM
Sonuç olarak, Müslüman gelenekte Hristiyan teolojisindeki ‘Anlamak için iman ediyorum!’ anlayışının aksine ‘Anladığım için iman ediyorum!’ düşüncesi belirleyicidir. Aklını kullanan, kendisinin ve evrenin varlığı hakkında derinlemesine düşünen, kendisinin varlığını kendine referansla açıklanamayacağını kavrayan insanın, varlığını borçlu olduğu Yaratıcı ’ya karşı duyduğu minnettarlık ve şükran imanın esasını oluşturur. Nitekim nimet verene şükretmek, akli bir zorunluluktur.
İman tartışmalarında önemli yer tutan ve çoğu kez yanlış yorumlara sebep olan “gayb”60 terimi, bilinmeyen değil, görünmeyen anlamına gelir. Bir şeyin gaybî olması, görünürde/şahitte bulunmaması, çıplak göz ile idrak edilememesi anlamına gelir. Ne bütün varlık sahası görünürlerden ibarettir ne de insanın bilme yeteneği sadece görünürde olanla sınırlıdır. İnsanın, duyusal nesneleri duyu tecrübesi ile idrak ettiği gibi, duyu ötesi varlık sahasını aklını kullanarak anlaması/görmesi gerekir.
Mâtürîdî’nin söylediği gibi, iman etmek, Ey Musa! Allah’ı açıktan açığa görmedikçe sana inanmayacağız, 61 diyen İsrailoğullarının aksine, çıplak gözle görmediği halde Tanrı’nın varlığını ve Kur’ân’ın verdiği haberleri onaylamaktır. Zaten gördüğümüz şeyi tasdik etmemize gerek yoktur; ancak görmediğimiz şey hakkında bize verilen bir haberi tasdik veya tekzip edebiliriz.62 İman eden kişi gözü ile görmediği, ancak aklının doğruluğunu kendisine haber verdiği şeyi tasdik etmekte ve ona bağlanmaktadır.
İslâmiyet açısından insan, bilmediklerinden değil bildiğinden sorumludur; iman olgusundan bahsederken sürekli insanın bilgisinin sınırlılığını vurgulayıp, bilinmeyeni yüceltmek, sır, gizem, keşf, ilham gibi kavramları öne çıkararak cehaleti övmek, imanın anlamını çarpıtmak anlamına gelir. Bilmediği şey karşısında korku ve endişe içinde olan insanın kendini güvende hissetmesi nasıl mümkün olabilir? Yatay düzlemde hemcinsleriyle olan bütün sosyal ilişkilerini akılla düzenleyen bir insanın, dikey düzlemde Tanrı ile olan ilişkisini akıl-dışı bir zemine oturtması ve bunu ‘iman’ olarak sunması, kendisine ve bütün insanlara akıl veren Yaratıcının akıldan yoksun olduğunu kabul etmesi gibi akıl dışı bir sonucu doğuracaktır.63
Bilerek, anlayarak, gerekçeli biçimde Tanrı’nın varlığını onaylayan insan, kendisini var eden, akıl veren, sayısız nimetler bahşeden Yaratıcıya karşı dürüst bir tavır takınmış olur. Dürüstlüğün gereği Tanrı’ya inanan insanın, gerekçeli ve hesap verebilir ahlaki tavrı öteki insanlarla kurduğu ilişkide de sürdürmesi aynı dürüstlüğün gereğidir. Tanrı ile ilişkisini zan ve gizem üzerine Kur’ân, Tanrı’ya karşı ilkesiz tutumunu “iman” söylemiyle gizleyen bir insanın öteki insanlara karşı ilkeli ve dürüst olması nasıl beklenebilir.
Sır, gizem, keşf, ilham gibi öznel, göreceli kavramlar üzerine inşa edilen esrarengiz bir “iman” anlayışı sadece bu düşünceye sahip olanlar için değil, bu kişilerle aynı toplumsal yaşamı paylaşmak durumunda olanlar açısından da büyük bir risk unsurudur. Varlığın ve hayatın nihai kaynağına ilişkin en temel meseleyi akıl dışı bir zemine oturtan bir insanın sosyal hayatta öngörülebilir davranışlar sergilemesi eşyanın doğasına aykırıdır.
Güveni, yani imanı tesis etmenin yolu, cehaleti övmek ve gizemli yollara sapmak değildir; eğitim sisteminin ilk basamağından başlayarak, okuyan, düşünen, sorgulayan, eleştiren bir anlayışı toplumun bütün kesimlerine mal etmek için dürüst ve hakkaniyetli bir çaba içerisine girdiğimiz zaman korkularımızdan emin olabilir ve emân’ın verdiği huzuru duyumsayarak mutlu olabiliriz.