Büyük Türk Bilgini Mehmet Matüridi’nin Türk Kültüründeki Yeri

Büyük Türk Bilgini Mehmet Matüridi’nin Türk Kültüründeki Yeri

Yrd. Doç. Dr. A. Vehbi Ecer
Erciyes Üniv. Emekli Öğr. Üyesi

Giriş

Bir toplumun kimliğini koruyarak devam etmesi, o toplumun millî kültürüne sahip olması sayesinde mümkündür.

Kültür, farklı olmayı, kimlik sahibi olmayı, millet olmayı sağlar. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Milli kültür, en yüksekte göz diktiğimiz idealdir1” dediği millî kültür O’nun ifadeleriyle şöyledir:

“Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür. Kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinde mana çıkarmak, intibah almak, düşünmek, zekayı terbiye etmektir. İnsan hareket ve faaliyetinin, yani dinamizminin ifadesidir. Bu böyle olunca kültür insanlık vasfında insan olabilmek için bir esasî unsurdur2… Kültür, bir milletin bütün tarihî seyrini gösteren bir harekettir. Tarihlerinde kültür izi bırakmayan milletlerin en nihayet yalnız adları kalmıştır3”

Kültürün birçok tarifleri yapılmıştır. Prof. Dr. Emin Bilgiç kültürü: Bir millete şahsiyetini veren, diğer milletlerle arasındaki farkı tespite yarayan, tarihin seyri içerisinde teşekkül etmiş, o millete has maddî ve manevi varlık ve değerlerin ahenkli bütünüdür4” diye tarif eder. Merhum Prof. Dr. Mümtaz Turhan’a göre ise: Kültür, bir cemiyetin sahip olduğu maddî ve manevi kıymetlerden teşekkül eden” bir bütündür5.

Millî şuuru, millî kimliği, benliği, uyanık ve ayakta tutan millî kültürdür.

Kimlik (milliyet) “Ben kimim?” sorusuna verilen ve herkesten bizi ayrı kılan cevaptır. Sosyologlara göre bir gruba, bir topluluğa, bir kültüre ait olma duygusudur. Kimlik ya da benlik: “Toplumsal olarak ihsan edilmiş, toplumsal olarak sürdürülmüş ve toplumsal olarak dönüştürülmüş6” bir olgudur. Kimlik ve kişiliği, dolayısıyla milleti ve millî birliği oluşturan unsurların arasında, hatta en başında anlaşma aracı olan dil, toplumsal birliği sağlamada önemli fonksiyona sahip olan din gelir. Prof. Dr. Muharrem Ergin bir makalesinde: “Millet, birbirine sosyal akrabalık bağlarından oluşan kardeşlikle bağlanan en büyük tabii cemiyettir” der ve ardından bunların dil, din, örf-âdet, dünya görüşü, sanat, tarih… kardeşliği olduğunu yazar7. Sadri Maksudî Arsal da “Bir millete mensup olmak demek o milletin soyundan gelmiş demek değildir… Ortak duygu ve düşüncede insanların birlikteliği bilincidir” der. 8

Kimlik ve kültür ilişkileri yerine kitap yazan Mahmut Tezcan’a göre “Kişiliği oluşturan başlıca öğeler duygu, düşünce, yetenek, ilgi, tutum, davranıştır. Bu öğeler insanın görünüşü, hareketleri, jest ve mimikleri ve çevreye uyumuyla dışarıya yansır9. Doç. Dr. Asım Yapıcı’nın tarifiyle: “Sosyal kimlik bireyin aynı grup içinde yer aldığı diğer üyelerle, yani ortak aidiyetleri olan ve benzer pozisyonları işgal eden kişilerle paylaştığı kolektif kimlik olarak tanımlanabilir10” Sosyolojik olarak bakıldığında Peygamberimiz (SAS)’ın “Bir millete benzeyen kimse o milletten olur” hadis-i şerifleri11 de aynı konuya işarettir. Bu hadisi sadece kılık – kıyafete indirgeyenler yanılgı içindedirler. Zira bir hadis-i kudsî’de şöyle buyurulur:

“Allah sizin şeklinize (yani kılığınıza – kıyafetinize) ve mal ve mülkünüze (yani zenginliğinize) bakmaz, imanınıza ve eylemlerinize (amellerinize, davranışlarınıza) bakar. 12”
Anlaşılacağı üzere önceki hadisten bir kişinin dil, din, kültür, davranış, ideal ve değer yargıları… bakımlarından bir topluma benzemesi halinde değişik kimlik kazanacağı kastedilmektedir. Bu mantıkla hareket edildiği zaman bir kişinin, bir toplumun kimliğini, birliğini sağlayan ve oluşturan milli kültürdür. Bir toplumun kültürünü oluşturan ana öğelerin başında dil gelir ve onu din izler. Din toplumda davranış birliğini sağlayan, toplumların varlıklarını ve kimliklerini yaşatan bir faktördür. Biraz abartılı olmakla birlikte dinin toplum kültüründeki önemini belirtmesi bakımından T.S. Eliot’un “Kültür, aslında herhangi bir toplumun dininin vücut bulmuş şeklidir. 13” cümlesi anlamlıdır. Bu cümle aynı zamanda dinin inananlarını yönlendirici rol oynadığının da tasdiki anlamına gelebilir.

Atalarımızın en eski dinî inancı dinler tarihçilerine göre “Gök Tanrı merkezli, onun etrafında şekillenmiş, tamamen kendine özgü bir Monoteizmdir14” Bu husus Kuran-ı Kerîm’de geçen ve Hz. Peygamber’den önceki bir inancın adı olan Hanif Dini ile eş anlamlı gibi görünmektedir. En eski yazılı belgelerden biri olan Göktürk Abidelerindeki Tanrı kavramına göre atalarımız öncesiz, sonrasız, güçlü, yaratıcı, hiçbir şeye benzemeyen, madde ve şekil olmaktan uzak, koruyucu, bağışlayıcı… bir Tanrı’ya inanmışlar, herhangi bir put’a ve resme tapmamışlardır15. Daha sonra atalarımız X. Yüzyıldan başlamak üzere İslâm dinini benimsemişler. T.S. Eliot’in “Dinde meydana gelen değişiklik mutlaka kültürde de kendini gösterir” cümlesindeki16 köklü değişim ve Türk kimliğini kaybetme gibi bir dejenerasyona atalarımız uğramamışlardır. Misyonersiz din olan İslâm Dini’nde kendi kültür yapılarıyla paralellikler, benzerlikler, örtüşen değer yargıları bularak varlıklarını ve kimliklerini kaybetmemişlerdir.

Bu dini, Alpler, alp-erenler, Türkçe konuşan ve dinin cazibesini anlatan dervişler, şairler atalarımıza sevdirmişler.

Böylece atalarımız İslâm Dini’ni Türk kültürü içinde yoğurdular, onu kendileri için millî din haline getirdiler. Bu dini atalarımıza sevdirenlerden biri Ahmet Yesevî (öl. 1166) dir. O, içinde bulunduğu göçer – evli Türk toplumunun kültür yapısına uygun bir şekilde, Arapça, Farça’yı bilmesine rağmen Türkçe telkinlerde bulundu. Divan-ı Hikmet adıyla bilinen şiirlerinde, kendi ifadesiyle Kur’an’dan ayet anlamları verdi ve bunu “Benim hikmetlerim ferman-ı Sübhan // Okuyup anlasan manâ-yı Kur’an” yani “Benim hikmet adını taşıyan şiirlerim Tanrı’nın fermanıdır // Onları okuyup anlıyorsan onlar Kur’an’ın anlamlarıdır” beyiti ile açıkladı. Prof. Dr. Mustafa Kafalı bu hususu şu cümlelerle onaylar:

“Ahmet Yesevî Hazretleri… İslâma yeni girmiş olan Türklerin, dinî inançlarını, ahlak değerlerini yükseltebilmek için Hikmet adlı sade Türkçe ile yazılmış dörtlükler bırakmıştı. Bu dörtlükler, Kur’an ve Hadislerin manâ ve ruhuna uygun manzum ve vecize hikmet manasında Türkçe sözlerdi17”

Atalarımız Arap asıllı olmadığı kesin olarak bilinen Ebu Hanife (80-150/M: 669-767)’ye bağlandılar. Dinin uygulanmasında kıyas’a önem veren aklın kullanılmasını öneren (ehl ür-re’y) Ebu Hanife İslâm fıkhında önemli bir çığır açtı ve onu Ebu Yusuf (182/798), Muhammed b. Hasan eş-Şelbanî (180-804), Zufer b. Huzeyl (158/774), Ebu Cafer Tahavi (321/932… gibileri izledi. Ebu Hanife dinde akla, hürriyete önem veren, çok güçlü bir tartışmacı olan, içtihatlarında örf ve âdetleri, zayıf ve fakirleri, kişi hürriyetini, devlet otoritesini ön plânda tutan, amel (eylem)’in imandan sayılmadığını söyleyen bir bilgindi18. Ebu Hanife’nin bu özellikleri Türk toplumunun sosyal yapısına uygun düşmekte idi. Ebu Hanife Türk kültür ortamında yetişen Ebu Mansur el-Matüridî üzerinde bu görüş, anlayış ve metotlarıyla etkili oldu. Matüridî ise, Hanefî mezhebi mensuplarının inançta imamı oldu. Atalarımız Ebu Hanife ile birlikte Matüridî’yi benimsediler.

İki değerli bilim adamımızın ortaklaşa yazdıkları eserde aynı konu şöyle açıklanır: “Samaniler döneminde Buhara, İslâm ilahiyatının en önemli merkezlerinden biri haline gelmiştir. X. yüzyılda Eş’arî’ye paralel olarak, Orta Asya’da Mâtüridî (öl. 944) muhafazakâr kelamcıların formalizmi ile Mutezile’nin rasyonalizmini uzlaştırmak suretiyle Sünnî kelâmın esaslarını ortaya koyuyor ve Sünnî Türkler, fıkıhtan İmam-ı A’zam Ebu Hanife’nin mezhebinde karar kılarken itikada da Mâtüridî’nin mezhebine intisab ediyorlardı19”

Mâtüridîlik, Türk kültür muhitinde ortaya çıkan ve tarih boyunca günümüze kadar-özellikle Türk toplumları arasında yaygın duruma gelen, Türk kültüründe bir dinî (kelâmî) ekoldür.

Mâtüridî’nin toplumumuz tarafından bilinmesi ve öğrenilmesi Türk kültür tarihi bakımından son derece önemlidir. Zira Mâtüridî sadece Türk kültür muhitinin yetiştirdiği büyük bir bilgini olarak kalmamış, X. yüzyıldan başlayarak günümüze kadar Türk toplumlarının inanç sistemine damgasını vuran bir kimse olmuştur. Gerçekten de Türkler İslâmiyet’e girdikten sonra ibadet ve sosyal ilişkilerini İmam-ı A’zam Ebu Hanife (öl. 767)’ye göre düzenlemişler, inanç ilkelerinde (akaid’de) de Mâtüridî’nin sistemini benimsemişlerdir. Türkler daha çok hoşgörülü, hayata ve bilime yönelik, insan sevgisine ve yardımlaşmaya dayalı yaşayışlarını bu iki büyük bilim adamına borçludurlar.

İslâm’dan sonraki Türk toplumlarının estetik anlayışlarının değer yargılarının ve toplumsal ilişkilerinin oluşmasında, şekillenmesinde dinî inanışlarının rolü vardır. Bu sebeple Türk-İslâm kültürünün kökenlerini iyi anlamak günümüzde halkı Müslüman olan ülkelerin neden en gelişmişi olduğunu tespit etmek için kültürün önemli bir elemanı olan toplumun din anlayışını iyi bilmek gerekir.

Makalenin Tamamını Okumak İçin Tıklayınız.

İlgili Yazılar