Mustafa KIZIKLI/edebiyatciturk.com
Her kişinin kendisi ve çevresindeki insanlar için sorması gereken bir soru var.
“Yurttaş” mıyız, “Tebaa” mıyız? Çevremizde kim yurttaş kim tebaa?
Yurttaş; sorgulama, yorumlama, bağımsız karar verme yeteneklerine sahip, aynı vatanda yaşayan kişilerden her biridir. Yani fikri hür, vicdanı hür bireydir, vatandaştır.
Tebaa; sözlükte “uyruk” anlamına gelmekle beraber, asıl olarak, bir kimsenin, bir olgunun etkisi altında olan, körü körüne bağlanan, kulluk seviyesinde gözü kapalı inanan bireylerdir. Yani fikri ve vicdanı hür olmayanlardır.
Cumhuriyetle beraber, bazıları yurttaş olmanın erdemleriyle bezenirken, bazıları da ısrarla tebaa, hatta köle kalmaya devam etmiştir. Bütün insanlık âlemi, tebaalık anlayışından yurttaşlık anlayışına doğru hızla ilerlerken, ülkemizde sosyolojik araştırma konusu olabilecek bir şekilde, yurttaşlık yerine tebaalığı seçenlerin sayısı azımsanmayacak kadar artmaktadır.
Peki, adam gibi fikri hür, vicdanı hür bir yurttaş olmak yerine, iradesini birilerine teslim edip tebaa olma merakı, hevesi, ihtiyacı neden kaynaklanmaktadır?
Bir insan, özellikle din temelli tebaanın bir parçası olarak, kutsiyet atfedilen, kerameti kendinden menkul birilerine iradesini neden teslim eder?
Peygamberin eleştirilmesine, sorgulanmasına ses etmezken, neden din adına bağlandığı kişiye laf edilmesine tahammül edemez?
Allah’ın her insana farz kıldığı ibadetler ve emirleri gayet açıkken, kendi aklı-fikri de varken, neden Peygamberden başka birilerinin dinine teferruat katmasına, yönlendirmesine ihtiyaç duyar?
Siyasal tercihlerini, dünya görüşünü, yaşam tarzını, giyimini, kuşamını ve hatta evleneceği insanı belirlerken bile kendisi gibi bir kişinin tercihleri, telkinleri neden bağlayıcı olur?
Adının önünde akademik unvanlar ve resmi sıfatlar olan bazı insanlar, kendilerine göre “zırcahil” sayılacak birilerinin neden elini, eteğini öper, biat eder?
Kuran’da yüzlerce yerde insanlığa düşünmeyi, araştırmayı ve sorgulamayı söyleyen Allah’ın emirlerine rağmen bir insan, başka bir kişiye, düşünme ve sorgulama yeteneğini ve iradesini neden devreder? Onun söylediklerini sorgulamadan neden Kuran emri gibi bilir?
Hiçbir ekonomik değer üretmediği halde, milyarlarca dolara din adına hükmeden ve sürekli daha da zenginleşen kişi ve kesimler nasıl olurda makul karşılanır, sorgulanmaz, haklı görülebilir ve üstelik bir de kutsiyet atfedilir?
Cehalet mi? Kolaycılık mı? Saflık mı? Kurnazlık mı?
Yoksa tebaa olmak akıllılık da yurttaş olmak mı akılsızlık?
Uzun zamandır zihnimi meşgul eden bu sorulara, mevcut fotoğrafların analiziyle cevap bulmanın nerdeyse imkânsız olduğunu, bu şekilde sorulara cevap bulmaya çalışmanın kavram kargaşası yaratarak birilerinin ekmeğine yağ olduğunu anladığımda, fotoğraf analizinden önce ciddi bir süreç analizinin yapılaması gerektiğini gördüm.
Bu noktada biraz Avrupa tarihi, biraz İslam tarihi, biraz da Osmanlı tarihi bilgilerine ihtiyacımız vardır. Konunun anlaşılır olması bakımından da çok detaya inmeyeceğim.
1) 19. yüzyılın ilk yarısına kadar bütün Avrupa topraklarının %80’e yakını kilisenin, dolayısıyla ruhban sınıfınındı. Hıristiyan Avrupa’da mülk Tanrı’nındır, Tanrı İsa’da bedenleşmiştir, İsa da Kilisededir. Dolayısıyla topraklar kutsal Kilise’nin, yani fiiliyatta Papa’nın ve ruhban sınıfının denetiminde ve egemenliğindeydi.
2) Bilindiği üzere İslam dininde ruhban sınıfı yoktur. Fakat dört halife döneminden sonra, Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfına benzer, geçimini din üzerine kurmuş, geniş kitlelere egemen bir sınıf, İslam âleminde de varlığını göstermiştir. Özellikle Arapların itikat imamı olarak benimsedikleri 10. yüzyılın ilk yarısında etkili olmuş, İmam Eş’ari diye de bilinen Ebü’l-Hasan-ı Eş’ari ekolü, günümüzde de süren İslam’daki gizli ruhban sınıfının kullandığı en önemli materyal olmuştur. Çünkü akılcılığı devre dışı edip nakilciliği öngören bu ekol suiistimale oldukça müsaittir.
Türkler ise aynı tarihlerde itikat imamı olarak, bir Türk ve gerçek adı Numan Bin Sabit Olan İmam Azam Ebu Hanife öğretisinden gelen İmam Maturidi ekolünü benimsemişlerdi. Yani Türklerin mezhep imamı Ebu Hanife ve itikat imamı da Maturidi olmuştur.
Bu iki itikat imamı Maturidi ve Eş’ari, ehlisünnet itikadına mensup olmakla beraber çok can alıcı bazı noktalarda anlayış ve fikir ayrılığına sahiptirler. İşte, yurttaş olmakla tebaa olmak ayrımının can alıcı noktaları da burada başlamaktadır.
İmam Maturidi, öğretilerini benimsediği İmam Azam’dan gelen akılcılık anlayışı gereği, akılla nakil arasında esaslı bir denge kurdu. Dinin hakikatini anlayabilmek için aklın gerekliliğine inandı. Kuran’a aykırı olmayan noktalarda aklın ve mantığın hükmünü esas kabul etti. Allah’ın emirlerini kulun iradesinin anlayabileceği esasını ortaya koydu. Akılcı yaklaşımın, sorgulamanın gerekliliğini savunarak, İslam’da kendisine kutsiyet atfedilmiş, dini yalnız onların bileceği, diğer insanlar üzerinde din adına etki alanı oluşturabilecek kişilerin önünü kapatmış oldu.
İmam Eş’ari ise, İmam Maturidi’den farklı olarak nakilcilik esasını ortaya koydu. Dinin hakikatini anlayabilmek için kulun cüzi iradesinin yetersiz olduğunu savundu. Dini ve Kuran’ı anlayabilmek için aklın yeterli olmayacağını, mutlaka ya geçmişteki bazı müçtehitlerin fikirlerinin aynen nakledilmesini ya da ilim sahibi birilerinin dini anlayıp diğer insanlara nakletmesinin gerekliliğini iddia ederek, din konusunda sorgulama ve mantık hükümlerini devre dışı bıraktı. Eş’ari’ye göre; Peygamberin nasıl ki mucizeleri varsa, Peygamberden sonra gelen “veli” denilen kişilerin de kerametleri vardı ve ilim bunlara doğrudan Allah katından verilmişti.
Ehlisünnet kabul edilen iki değişik ekolden, İmam Maturidi ekolünü benimseyen Türklerin doğru seçim yaptığını tarihi süreç tartışmasız şekilde ortaya koymuş ve dolayısıyla İmam Maturidi’yi haklı çıkartmıştır.
İtikat imamı olarak Maturidi’yi benimseyen Türkler, Dünyanın en ileri medeniyetini kurmuş, İslam’ın sancaktarlığını yapmış, üç kıtaya hükmetmiş, özgür yaşamış, kendi çağının biliminde ve tekniğinde en ileri seviyesine ulaşmışlardır. Tabi ki İslam konusunda Maturidi anlayışını terk etmedikleri sürece tarih böyle seyretmiştir.
İtikat İmamı olarak Eş’ari’yi benimseyen Araplar ise, tarih boyunca ilimde, teknikte hiçbir ilerleme kaydetmedikleri gibi, sürekli birilerinin hükümranlığı altında, ilkel ve çoğu zaman da zillet içinde yaşamışlardır.
3) Yavuz Sultan Selim 1517 yılında Ridaniye zaferiyle Memluk devletini yıkmış ve Mısır topraklarına egemen olmuştur.
Ridaniye savaşının Osmanlı tarihinde, etkileri ve sonuçları bakımından tutuğu önemli yeri anlatmaktan ziyade, çok dikkat edilmeyen ama çok önemli bir ayrıntıyı, konumuzla direkt alakalı olduğu için büyüteç altına almamız gerekiyor.
Yavuz Sultan Selim İstanbul’ a dönerken Osmanlı hâkimiyetine giren Mısır, Suriye ve Filistin’den çok sayıda ilim adamını İstanbul’a getirmiştir. Bu ilim adamlarına iltifatlarda bulunup, rahat yaşamalarını sağlamıştır. İmam Azam ve Maturidi ekolünün hâkim olduğu Müslüman Osmanlı devletinde ilime verilen önemden dolayı, daha sonraları da birçok Arap ve Fars ilim adamı İstanbul’da ve Osmanlı topraklarında yaşamayı seçmişler ve Osmanlı’dan hep iltifat görmüşlerdir. Fakat o dönemde ilim adamı denilen kişiler aynı zamanda din âlimi idiler. Bu din âlimlerinin ekserisi ise İmam Eş’ari ekolünden gelmiş kişilerdi. İşte o tarihlerden itibaren Müslüman Türklerde Maturidi’den gelen akılcı anlayışın yerini yavaş yavaş, Eş’ari’den gelen nakilci anlayışa bıraktığını, şeyh, veli, ermiş sıfatlı, keramet sahibi olduğu iddia edilen kişilerin müritlerini çoğaltarak, feodal hâkimiyetler kurduklarını gözlemlemekteyiz. Aslında, İslam’da olmamasına rağmen, bu şekilde, Avrupa’daki ruhban sınıfına benzer bir sınıf da İslam âleminde ortaya çıkmıştır.
Bu gelişmeleri takiben, (belki başka sebepler de katılabilir) tesadüf olamayacak bir gerçeklikle, Osmanlı devletinde bilimsel gelişmeler durmuş, imparatorluk önce duraklama, sonrada çöküş dönemine girmiştir.
Avrupa, 1789 yılında Fransız Devrimi ile ruhban sınıfının hâkimiyetine son verip aydınlanma sürecine girerek “Yurttaşlık” bilincini geliştirirken, Osmanlı’da ise, değişik bir ruhban sınıfı hâkimiyet alanını büyütmekte, din adına “Tebaalık” anlayışını insanlara dayatmaktaydı.
Kendisini Hanefi Mezhebinden ve itikat imamı olarak da Maturidi’yi bilen, “kula kulluk” anlayışına karşı olan Türklere açıktan, direkt olarak Eş’ari itikadı nakledilememekteydi. Bu anlayış sanki Hanefi Mezhebinin itikadıymış gibi değişik kılıflarla çarpıtılarak, hikâyeler, hurafeler, sözde kerametlerle amaçlarına uygun olarak sinsice enjekte edilmekte, insanlar üzerinde hâkimiyet bu şekilde kurularak, tebaalar oluşturulmaktaydı.
Çok geniş bir coğrafyada egemenliğini sürdüren Osmanlı için, insanlar üzerinde hâkimiyet, yönetim ve denetimin dini feodalite aracılığıyla tebaa oluşturarak sağlanabilmesi kolaycılığı, daha sonra ortaya çıkartacağı sonuçlar kestirilemediğinden, o günkü şartlarda akıllıca bir yönetim anlayışı olarak görülüyordu.
Cumhuriyet dönemine kadar Osmanlı’da, Eş’ari anlayışı gereği, gerek Anadolu topraklarında, gerekse Osmanlı’nın hâkim olduğu diğer yerlerde keramet(!) sahibi şeyh, veli, ermiş, cemaat, tarikat, tekke sayısı da oldukça çoğalmıştır.
Bu sürecin ve gerçekliğin farkında olan Avrupa devletleri de, özellikle İngilizler bu durumu kullanmışlardır. Tebaa durumundaki halk kitlelerini, keramet atfedilen din adamı sıfatlı ajanlar aracılığıyla yönlendirebilmiş, isyanlar çıkartmış, “Hasta adam” Osmanlı’yı içeriden vurmuşlardır.
Bu durumun günümüzde de Türk milleti üzerinde akçık veya gizli olarak nasıl uygulandığının, ne kadar etkili olduğunun açık delil ve ibarelerinin ortaya konması, tartışılması, Türk milletinin ve devletinin bekası için son derece önemli hale gelmiştir.
Bu bağlamda, Türk politik tarihi konusunda büyük araştırmaları olan Hindistanlı Profesör Feroz Ahmad’ın, 1945-1980 yılları arasını anlattığı “Demokrasi Sürecinde Türkiye” adlı kitabının 459. sayfasında, Almanya-Berlin’de kurulmuş Risale-i Nur Enstitüsünün, Alman, Hollanda ve Amerikan mali kaynaklarıyla, Türkiye’de dağıtılmak üzere propaganda malzemesi ürettiğini tespit etmesi dikkat çekicidir. Feroz Ahmad, kitabının aynı sayfasında Risale-i Nur Enstitüsüne yapılan yardımların, sermayesinin çoğunluğu Hollandalıların elinde bulunan bir petrol şirketince, yani Shell grubunca yapıldığını tespit etmesi, Risalelerin Shell gurubu tarafından bastırılıp dağıtıldığını belirtmesi düşündürücüdür.
Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte, tarihin gördüğü en zeki liderlerden biri olan Atatürk tarafından tekke ve zaviyelerin kapatılma gerekçeleri da işte yukarıdaki sebeplerdir. Din feodalitesinden beslenen kesimler bunu “kâfirlik”, “gâvurluk” olarak tebaalarına lanse etseler de, fikri hür, vicdanı hür kesimler için, akıl ve mantık sahibi Müslümanlar için gerçeği değiştiremeyeceklerdir.
Cumhuriyetin kuruluşluyla birlikte Atatürk, bu millete tebaalıktan kurtulup yurttaş olma şansını vermiştir. İşte milletin tebaa olmasından nemalanan, hayatında hiçbir üretim yapmamış, tekke ve zaviyelerde bedavadan yiyip-içip zenginleşen, miskinleşen, din feodalitesinden beslenen kişi ve kesimlerin eteğine ateş böyle düştü.
Bu ateşin neden düştüğü ve halen niye şiddetle devam ettiği, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları (S.İ.Aralov) adlı kitaptan küçük bir alıntı ile çok daha iyi anlaşılacaktır.
“1922 yılında, Mustafa Kemal Atatürk, Konya’ya yaptığı ziyarette bir medreseye gittiğinde, orada bulunan bir molla, medreselerin sayısının artırılmasını ve medrese öğrencilerinin askere alınmamasını rica eder. Bunun üzerine kendini tutamayan Atatürk, özellikle bu askere alma düşüncesine karşı olan mollaya kesin bir ifadeyle şöyle cevap verir:
“Ne o, yoksa sizin için medrese, Yunanlıları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde dövüşür, yurt için canlarını feda ederken, siz burada, genç sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz! Bu asalakların askere alınmaları için hemen yarın emir vereceğim…”
Atatürk’ün bu yanıtı karşısında yüzleri kızaran mollalar ona hiçbir şey söyleyemezler. Zaten Atatürk de onlara bir şey deme fırsatı bırakmadan “Burada yapacak işimiz kalmadı” diyerek ayrılır. Medreseden ayrıldıktan sonra, yanındaki Sovyet Rusya elçisi Aralov’a otomobilde şu açıklamayı yapar “Savaş sona erince onlarla daha ciddi konuşacağım! Her şeyden önce onları mali dayanaklarından, vakıflardan, yoksun edeceğim. Yurt topraklarının büyük bir parçası, neredeyse üçte ikisi, belki de daha çoğu vakıftır. Bu topraklar mollaların yaşama kaynaklarıdır. Bunların çoğu köylülerin elinden alınmış topraklardır. Buna son vereceğiz. Bir de utanmadan hükümetten yardım istiyorlar.”
Cumhuriyetin ilanıyla birlikte o zamana kadar tebaa durumundaki milletin her ferdi yurttaş olunca, her şeyi sorgulayabilecek, kerameti kendinden menkul kimselere kayıtsız şartsız itaat etmeyeceklerdi.
Malum bazı kesimlerin, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığının altında yatan en önemli sebep budur. Tebaanın başında bulunan şahıs bu düşmanlığı; Atatürk için “deccal”, “din düşmanı”, “içkici gâvur” v.s. gibi çeşitli şekillerde yaparken, tebaanın ise ruh iklimi, aklı, muhakeme yeteneği vesayet altında olduğundan bunun doğru mu, yanlış mı olduğunu sorgulayamaz ve körü körüne inanır. Oysa doğru dürüst bir Kuran tefsirini Elmalılı Hamdi Yazır’a yaptıranın Atatürk olduğunu, bunu niye yaptırdığını bir an için bile düşünemez. Bu ve başka gerçeklerin kendisine hatırlatılması, anlatılması beyhudedir. “Efendisi”nin telkinlerinin ötesinde bir noktaya varamaz, çünkü tebaadır…
Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze doğru tarih sürecinde de, Avrupa’da tarihe karışmış Ruhban Sınıfının bir çeşit yansıması olan örgütlenmelerin çeşitli adlar ve kişiler etrafında çoğaldığını, Türk sosyal ve siyasi hayatında etkin olduklarını da maalesef görmekteyiz. Büyük çoğunluğu Hanefi Mezhebine bağlı olan ve Maturidi itikadını üzerine din fikrini inşa etmiş olan, doğal olarak da akıl ve mantığa önem vermesi gereken Türklere, sanki İmam Azam’ın ve Maturidi’nin fikirleriymiş gibi, Eş’ari itikadı ve bir takım hurafeler sinsice enjekte edilmektedir. Bu şekilde keramet(!) sahibi modern veliler, şeyhler, ermişler, âlimler, efendiler icat edilmekte, etraflarında cemaat veya tarikat adı altında tebaalar oluşturulmaktadır.
Bu olanların başka bir tepkisel yansıması da Alevi inancını benimsemiş kesimlerde ortaya çıkmaktadır. Din adına yapılan bu yozlaşma Hanefi mezhebine, dolayısıyla Sünni kesimin tümüne mal edildiğinden, Alevi-Sünni ayrışması da derinleşmekte, bu ayrışma içeriden ve dışarıdan bazı çevrelerce Türk devleti aleyhine kullanılabilmektedir.
Bu gün itibariyle yukarıdaki tespitleri, tebaa durumuna getirilmiş bir cemaat mensubuyla tartışmak son derece zordur. Çünkü Hıristiyan Cizvit sistemine çok benzeyen bir sistemde yetişmiş, beyni törpülenmiş, “acabaları” bulunmayan, ağabeylik sitemiyle kendisine çizilen fasit dairenin dışına çıkabilme yeteneğinden mahrum bırakılmış, şuur altı dogmatik bilgilerle donatılmış biriyle, tahsili ve sıfatı ne olursa olsun tartışabilmek, kendisine verilen doğruların dışında bir fikri müzakere edebilmek imkânsızdır.
Üstelik cemaat denilen yapı, artık uluslar arası toplum mühendisliği ve bazı servislerin propaganda, yönlendirme ve yöntemlerini de ustaca kullanabilmektedir. Örneğin; Türkçe birkaç şarkı ve şiir ezberletilmiş bir düzine çocukla, Türk menşeli olmayan bazı gizli servislerin ileri karakolu haline gelmiş İngilizce eğitim yapılan okullarda, bütün dünyaya Türkçe öğretiyormuş ve Türklüğe hizmet ediyormuş izlenimi verilebilmekte, kendi mensuplarının ve toplumun bilinçaltına bu propaganda ustalıkla işlenebilmektedir.
İnsanlar arasında ekonomik çıkar bağı oluşturmak, bizden olursan “işler kolaylaşır” anlayışını yerleştirmek de çok etkili bir bağlılık sağlama, irade teslim alma yöntemi olarak tarihin her devrinde kullanıldığı gibi bu süreçte de ustalıkla kullanılmaktadır.
Bütün bunlara rağmen; kendisini Türk hisseden, Kuran, Peygamber, İmam Azam ve Maturidi anlayışını benimsemiş her Türk bu fasit daireyi kıracak, kendisine keramet atfedilmiş kişilere iman etmektense değerlere iman etmenin doğruluğunu anlayacak, tebaa yerine yurttaş olabilmenin faziletiyle donanıp kendine döneceğinden hiç kuşku duyulmaması gerekir. Bu yapılanmaların içine bütün samimiyeti ve iyi niyetiyle dâhil olmuş hiçbir arkadaşımızdan, kardeşimizden vazgeçmedik ve geçmeyeceğiz. Çünkü her şey aslına rucu edermiş. Bu arkadaşlarımız, iyi niyet ve samimiyetlerinin istismar edildiğini mutlaka anlayacaklardır. Bizlere düşen de bu konuda onlara yardımcı olmak, girdaptan çıkmaları için el uzatmaktır.
Söz konusu yapılanmalar içinde, bu gün itibariyle bir uyanış ve çeşitli sorgulamaların yapıldığı, tebaalıktan yurttaşlığa geçiş eğiliminin olduğu da açıkça görülmektedir.
Kul olunacaksa yalnız Allah’a, biat edilecekse yalnız Kuran’a, tebaa olmaktansa millet olmaya çalışmak Allah’ın bahşettiği aklı zayii etmemektir.