Batı karşısında apışıp kaldığımız günden bu yana bu “apışmamızın” nedeni üzerinde kafa yoruyoruz.
Herkes meşrebine göre cevaplar üretiyor. Meşhur cevaplardan biri de şu olmuştu.
Gazali Felsefe eleştirisi yaparak bir anlamda felsefeyi İslam coğrafyasından kovdu. Dolayısıyla Felsefenin suladığı bilimsel çalışmalar sekteye uğradı ve biz gerilemeye başladık.
Eğer İbn Rüşt’ün yolundan gitseydik, ki O’nun yolu Aristo’nun dolayısıyla Felsefe’nin ve dolayısıyla Farabi ve İbn Sina’nın yoluydu, biz Batı’dan önce Yeni Çağ’ı yakalar ve teknik ve teknolojik olarak ileride olurduk.
Bu izah ne kadar tutarlı ve tarihi gerçeklikle ne oranda örtüşmektedir?
Bu husus sorgulanmadan bir amentü olarak tekrar edilmeye başlandı.
Osmanlı tecrübesinin ve tercihinin Gazali üzerinden okunarak anlaşılması ve bu tecrübenin teknolojiye yansıması olan İstanbul’un fethinde kullanılan toplar, Süleymaniye, Selimiye vb. yapıtlar nasıl yapılabildi anlamaya çalışılmadan bizde bilim yok denildi.
Bu ezber, 20. Yy başlarında Eşarilik ve Maturidilik üzerinden bir kez daha tekrar edildi ve “Osmanlı’yı Eşarilik düşüncesi mahvetti, Maturidilik (akılcılık olarak da yorumlandı. Tabi Türk olması da önemliydi İmam Maturidi’nin) bizi kurtarabilir” denildi. İlahiyat fakülteleri bir anlamda Gazali etkisini kırmak üzere din adamı yetiştirmek üzere kuruldu desek yeridir. Bu amacının en etkin silahı da Felsefe kabul edildi.
YÖK son kararı ile sanki rövanş alır pozisyondadır, ya da bu muameleye tabi tutulmaktadır. Felsefe’nin İlahiyatlarda ders olarak okutulmamasının mahzurları sıralanırken, ne türden faydalar devşirdiğimizin bir dökümü öncelikle yapılmalıydı.
Bağnazlığın, selefiliğin panzehiri olarak Felsefe işe yarar mı? Hiç sanmıyorum. Bir Felsefe öğrencisi olarak En bağnaz tutumların o bölümde yaşandığına şahit olmuş birisiyim. Felsefe ile en içten ilişkiye giren Mutezile’nin “hoşgörüsüzlüğü” ile selefilerin “hoşgörülülüğü” arasında ne fark vardır?
Felsefe derslerinin İlahiyatta okutuluyor olmasının “zararları” zikredilmeden, kaldırılmasının ne türden “yararları” def edeceği üzerine kafa yorulmaya başlandı. Felsefeden anlayan anlamayan konuşmaya başladı.
Bırakın İlahiyatlarda felsefe’nin okutulmasını, asronomi, biyoloji, tıp, ekonomi diğer fakültelerde ne okutuluyorsa oralarda okutulan tüm derslerin İlahiyatta okutulması tavsiyesinde bulunan profesörler de oldu. Çünkü bize dünyayı doğru olarak algılayan, “kavli” (Kur’ani) ayetlerin yanı sıra kevni (tabiattaki)ayetleri de idrak edebilen, yorumlayabilen din bilginlerine ihtiyaç vardır.
İlahiyat ve İlahiyatçı üzerine o kadar yük yüklemişiz, tüm sorunlarımızı çözmesi için ona o kadar misyon biçmişiz ki ne ilahiyat, ne de ilahiyatçı bu yükün altından kalkabilir, ne girer, ne de girebilir.
Burada dikkat çeken bir husus da, neden Kur’an, Siyer, Fıkıh, Arapça gibi temel derslerin ve hatta Felsefe, Etik ve Estetik gibi derslerin Mimarlıkta, Tıpta, Bilgisyar mühendisliğinde, Hukukta, Tarih ve Edebiyatta, Dil derslerinde, Biyoloji, Kimya, diş hekimliği derslerinde de okutulmalıdır; bu alanda yetişen elemanların ruhsuz, zevksiz, tarihsiz, ahlaksız, estetiksiz, felsefesiz iş yaptıkları gözümüze batmıyor?
Batmıyor çünkü bu alanlarda ders alanlar işin ruhunu, hayat ve meslek içinde soluyarak o açığı kapatıyorlar, kabul ediliyor; çünkü onlar kendilerini hakim medeniyetin ve paradiğmanın pratisyenleri olarak görüyor ve üstten bakıyorlar.
İlahiyat ne felsefe ile “adam” oldu, ne de felsefesiz “berbat” olur. Burada başka bir ruh aramak gerekir. Felsefe’ye kaldıramayacağı bir yük yüklemek ve misyon biçmek yanlış.
Şu hakikati de görmek gerekiyor; Felsefe kavram ve kurumları ile İslam dünyasına girmeden önce de parlak alimlerimiz vardı, girdikten sonra da.
Ama şu da bir gerçek “eserleri” ve “etkileri” günümüze kadar gelmiş olan alimlerimiz, gerek müspet manada, gerek menfi manada felsefe ile bir biçimde ilgilenmiş kişilerden oluşmaktadır.
Felsefe’nin tüketilemez konuları olan Ontoloji, Epistemoloji, Etik, Estetik ve Mantık hiçbir alimin bigane kalabileceği bir alan değildir. İster Felsefe çatısı altında, ister Kelam çatısı altında, ister Tasavvuf çatısı altında olsun bu konular hakkında “söz” söylemeyen bir alim düşünülemez.
Felsefeye ne çok bir olumlu anlam yüklenilmeli ne de şeytanlaştırılıp taşlanmalıdır. Soğukkanlılıkla tartışılmalı her taş yerine koyulmalı. Heyecana lüzum yoktur.
Felsefecinin biri şöyle demiş: “Felsefe yapmak kurumuş memeden süt emmek gibidir; avutur ama doyurmaz.”