İlk Suûdi Devleti, 1744 yılında (Hicrî 1157) kuruldu. Şeyh Muhammed bin Abdülvahhab, Diriyah’a yerleştiğinde Diriyah Prensi Muhammed İbn-i Suud Vahhabî’nin dâvâsını desteklemeye ve benimsemeye hazırdı.
Suûdi Arabistan Krallığı’nın Kraliyet ailesi ve onun müttefikleri Arabistan’da egemen devlet için ayaklandılar. İlkin Necd’i zaptettiler. Daha sonra etkilerini Kuveyt’in doğu kıyısından aşağı Umman sınırına kadar genişlettiler. Suûdiler daha sonra doğuya yönelerek sınırlarını Asir’in tepelerine kadar teşmîl ettiler.
Daha sonra Vahhâbî kuvvetleri Irak ve Suriye vilâyetlerine de hücum etmeye başladı. 1801’de bu taarruzlar Şiîlerin kutsal mekânı Kerbelâ’yı yağmalamalarıyla doruğa çıktı. 1802 yılında Vahhâbîler İslâm’in iki kutsal şehri Mekke ve Medine’yi de elde ederek Hicaz bölgesinin kontrolünü ele geçirdi. Özellikle bu son olaylar Osmanlı İmparatorluğu’nun prestijini sarsacak nitelikteydi, zîrâ Osmanlı Devleti bu iki kutsal şehir üzerinde 1517’den beri hükümranlığını kesintisiz sürdürmekteydi.
Bu iki şehrin de düşmesiyle Osmanlı Devleti harekete geçti. Dönemin padişahı II. Mahmut, Vahhâbîleri tahrip etme görevini Mısır Vâlîsi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya verdi. Mehmet Ali Paşa, oğlu Tosun Paşa komutasındaki güçlü bir piyade ordusunu deniz yoluyla Hicaz’a gönderdi. İlk aşamada 1813’te Mekke, Medine ve Cidde zaptedildi. Mehmet Ali Paşa, gerekli hazırlıklar tamamlandıktan sonra diğer oğlu İbrahim Paşa komutasındaki ordusunu Arabistan’ın kalbi olan Necit’e sevk etti.
İbrahim Paşa, rotası üzerindeki bütün şehirleri fethetti ve 1817 Aralık ayında Suûdi başkenti Diriyah’a ulaşarak kenti kuşattı. Birkaç aylık kuşatmadan sonra kent teslim oldu. İbrahim Paşa fethedilen başkenti yerle bir etti, daha sonra pek çok Suud ve Abdülvahhab kabile üyesini gemilerle Mısır’a ve İstanbul’a gönderdi. Son Suûdi İmamı Abdullah Bin Suud, daha sonra Osmanlı başkenti İstanbul’da îdam edildi. Kesik başı Boğaz’ın sularına atıldı. Böylece İlk Suûdi Devleti târihe karıştı. Fakat Vahhabilik ve Suud kabilesinin geride kalanları 1824’te daha zayıf olan İkinci Suûdi Devleti’ni kurdularsa da bu devlet de Osmanlıların müttefîki El Reşid Devleti tarafından 1891 yılında ortadan kaldırıldı. 1902’de kurulan üçüncü devlet olan Suûdi Arabistan ise bugün hâlâ devam etmektedir.
1744 yılında muhammed bin suud tarafından başlatılmış hanedan. arabistan’da sıradan bir kabilenin yönetimindeyken, osmanlı imparatorluğu’na karşı vehhabilerle işbirliği yapmıştır.
20. yüzyılın başında ise bu aileden olan abdülaziz bin abdurrahman, ingiltere ile işbirliği yaparak gücünü arttırmıştır. 1915’te ingiltere ile, ele geçirdiği toprakların yönetiminin tamamen kendisine ait olacağına dair bir antlaşma yapmıştır. 1924’te arabistan topraklarının büyük bir bölümünü ele geçirdiğinde kendini “necd ve hicaz’ın kralı” ilan etmiştir. 1927’de ise necd ve hicaz krallığı, ingiltere tarafından bağımsız bir devlet olarak tanınmıştır. 1932’de ise devletin adı “Suudi arabistan krallığı” olarak değişmiştir.
Suudi arabistan’ın kralları ise saltanat dönemlerine göre şöyledir:
kral abdülaziz (1932-1953)
kral suud (1953-1964)
kral faysal (1964-1975)
kral halid (1975-1982)
kral fahd (1982-2005)
kral abdullah (2005-…)
Vahhabilik hareketinin Osmanlılar için önemli bir sorun durumuna gelmesi üzerine II. Mahmud, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yı sorunu çözmekle görevlendirdi. Mehmet Ali Paşa, oğlu Tosun Paşa komutasındaki orduyla Mekke, Medine ve Taif’i Vahhabilerin elinden kurtardı (1812-1813). Daha sonra bizzat Emir Abdülaziz’in üzerine yürüdü. Emir Abdülaziz’in ölümü (1814) üzerine Vahhabiler ağır bir yenilgiye uğradı. Nihayet Mehmet Ali Paşa’nın kumandanı İbrahim Paşa, Abdülaziz’in yerine geçen oğlu Abdullah ve çocuklarını esir ederek İstanbul’a gönderdi. Bunların İstanbul’da asılarak öldürülmeleri (17.12.1819) ile Vahhabilik hareketinin ilk dönemi kapandı.
Savaş sırasında kaçarak kurtulmayı başaran Suud hanedanından Türki bin Abdullah, Necd bölgesinde yeniden faaliyete girişerek 1821’den 1891’e kadar sürecek ikinci Vahhabi devletini kurmayı başardı. Daha sonraları bir takım çekişmeler olmuşsa da Suud hanedanından Abdülaziz bin Suud, Vahhabi devletini yeniden kurdu (1901). Hindistan İngiliz yönetiminin de desteğini sağlayan Abdülaziz 26 Aralık 1916 tarihli anlaşma ile İngilizlerce Necd, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bağlı diğer bölgelerin hükümdarı olarak tanındı. Bu anlaşmaya göre Abdülaziz, bu yerleri kendisinden sonra miras yoluyla çocuklarına bırakacak ve kendisinin seçtiği veliaht da İngilizlere bağlı kalacaktı. Osmanlıların yenik düşmesiyle sonuçlanan Birinci Dünya Savaşı’nın arkasından Vahhabiler Hail, Taif, Mekke, Medine ve Cidde’yi de ele geçirdiler (1921-1926). Abdülaziz bin Suud, Necd ve Hicaz Kralı olarak kabul edildi (1926). 20 Mayıs 1927 tarihinde İngiltere ile yapılan Cidde anlaşmasının arkasından da tam bağımsızlığını ilan etti. Böylece Abdülaziz bin Suud, Suudi Arabistan Kralı olarak tüm Hicaz’ı egemenliği altına aldı. Bu devlet, Suudi Arabistan Krallığı adıyla varlığını sürdürmektedir.
TATARLAR VE İSLAMİYET
Tatarlar , Cengiz’in komutanları Cebe Noyan ve Subutay önderliğinde önlerine katmış oldukları Türklerle beraber Altın Orda ve İlhanlı olarak Orta Doğu Anadolu ve Deşt-i Kıpçak bozkırlarına geldikleri 13-14 yy.’larda geldiler.Buraya geldiklerinde İslam Dünyası bir kargaşalık ve Haçlı saldırısı altında idi.İlhanlı Devleti Haçlılar ile ittifak yolunu seçerken Kıpçak asıllı Altınorda devleti Balkanlar’da, Doğu Avrupa’da ve Kafkasya’da Slav veliko Ruslara karşı cihada girerken ve 350 yıllık bir Tatar hakimiyeti başlıyordu.
Tatar sufiizm hareketi Osmanlıdan çok önce Balkanlarda gelişmeye başlarken Sarı Saltuk, Bedrettin vb. derviş gaziler ile Turan kökenli halklarda Müslümanlık yayılıyordu. .Sonuçta batıya doğru Atilla’nın Hunları’ndan beri ilk kez önemli göçler olmaktaydı. Göktürk federasyonunun çöktüğü yerini doğuda Uygur ,Kırgız ve peşinden Börçegin Moğolları doldururken batıda ise Karluk,Türkeş, Türkmen,Kanglı,Peçenek,Kuman-Kıpçak, Uzlar ve Oğuzlar çıkıyordu sahneye.
Kaşgarlı Mahmut yazdığı Divan-ı Lügat-it Türk adlı eserinde yukarıda saydığımız boylar ve uruklar hakkında geniş bilgiler vermektedir. Ayrıca çağın Arap, Ermeni, Bizans, Fars, Alman, Çin, Hint, kaynaklarında görmekteyiz. Gumilev dediği gibi bu Turanlı etnosları Soğdlarla beraber tekrar Selçuklular toplayacak ama kutlu yurt Kadırkan Ormanı ve Orhun nehrindeki Ötüken artık Moğol tahakkümü altına girecekti.
İşte bu kadar karışık olan Orta Asya ve Ön Asya coğrafyalarında meydana gelen İslamiyet ile tanışma ve şereflenme olayı Karahanlılar’ın büyük sultanı Satuk Buğra Han döneminde olacaktır. İşte bugün kullandığımız Türkçe ve daha birçok geleneği onun zamanında yetişen devlet adamlarının ve sanatçıların taltifi ile bir sıraya gelecek ve bizim de geleceğimizi çizecekti. Hakaniye Lehçesi, Çağatay Lehçesi gibi Türkçenin üstün nitelikli devlet ve neşriyat dili ortaya çıkacaktı.Satuk Buğra Han ile başlayan İslamlaşma hareketi hızla yayılırken Doğu Türkistan ve Ural-İdil bölgesinde Bolgar-Tatarları ve Uygurlar İslamı erken çağlarda kabul etmiş oluyorlardı.Burada çıkan medeniyet o zamanın İslam kandilleri denilen dünyayı aydınlatan bir çerağ gibi tüm kıtalarda yanmakta idi.Bağdat, Semerkand, Buhara, Kaşgar, Hokand, Şam, Kahire, Erzurum, Mağrip ve Endülüs’ün Kurtuba gibi şehirleri medeniyeti ve insanlığı aydınlatmaktaydı. Moğollar ve Haçlı Seferleri ile bunalmış olan Türk İslam alemi batıda Çaka Bey ve akrabası Kılıçaslan (İl Aslan) ile hem denizden hem de karadan Bizans’ı ve Kızıl Elma’yı sıkıştırmaktaydılar.
BALKANLAR, Türkiye için büyük bir öneme sahiptir. Bu bölgedeki Türk varlığı, çok eski dönemlere dayanmaktadır. 376 yılından itibaren Volga nehrini geçerek bölgeye ulaşan Hun Türkleri, Balkanlar’dan Doğu Avrupa’ya yayılan bir bölgede büyük ve etkili bir güç haline gelmişlerdir. Bu mevcudiyet sonraki dönemlerde Bulgar, Oğuz, Peçenek, Kuman göçleriyle devam etmiş ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında doruk noktasına ulaşmıştır. 1361 yılında Edirne’nin Osmanlı topraklarına katılmasıyla Balkanlar’daki Türk nüfusu artmaya başlamış, “Rumeli” adı verilen bu topraklar, Anadolu’yla birlikte Osmanlı Devleti’nin iki temel siyasi ve kültürel hakimiyet alanından
1912’deki Balkan Savaşı’na dek, İstanbul’dan yola çıkıp, neredeyse Adriyatik denizine kadar Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde gitmek mümkündü. Tüm Batı Trakya, Makedonya, Arnavutluk hatta bugünkü Yugoslavya’nın sınırları içinde yer alan Kosova ve Sancak da Osmanlı egemenliği altında bulunmaktaydı. Selanik, İmparatorluğun ikinci büyük kentiydi ve söz konusu “Rumeli” toprakları üzerinde yaşayan nüfusun çoğunluğu da, ya Türk ya da Müslümandı. Batı Trakya ve Makedonya’da zamanında Anadolu’dan göç etmiş olan Türkler, Müslüman Pomaklar, hatta Müslüman Slavlardan oluşan bir Müslüman-Türk nüfus, çoğunluğu oluşturmaktaydı. Arnavutluk, Kosova ve Batı Makedonya’da yaşayan Arnavutlar da, Müslüman olmaları sebebiyle, bu nüfusun önemli bir parçasını meydana getiriyorlardı.
Özellikle Osmanlı zamanında bu bölgeye göç eden Türkler ya da kendi istekleriyle Müslümanlığı seçen halklar, Balkanlar’da büyük bir Müslüman-Türk nüfusu meydana getirmişti. Balkan ülkelerinde yaşayan Türk ve Müslüman halklar, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Anavatan’la olan bağlarını kesmemiş, kendi kimliklerini her türlü baskıya rağmen korumayı başarmışlardır. 90’lı yıllarda korkunç etnik kıyımların yaşandığı bu bölge, günümüzde sükunete kavuşmuş gibi gözükmektedir. Ancak bölgeyi karıştıran siyasi-etnik çatışmaların nihai bir çözüme kavuşmamış olması, tedbirli olmayı zorunlu kılmaktadır. Balkan Yarımadası; Balkan devletleriyle kurduğumuz ilişkiler, Müslüman-Türk nüfusu, Batıyla aramızda bir köprü niteliği taşıyan coğrafi konumu, tarihten gelen birtakım politik sorunların kaynağı olması gibi çeşitli sebeplerden dolayı büyük bir önem taşımaktadır. Bölge ülkeleriyle kurulan ilişkilerde takip edilecek olan yöntemin temelinde barışçı ve dostane bir yaklaşım olmalıdır
Yalnız Sovyetler Birliği’nin dağılmaya başlaması ile ortaya çıkan süreçte fundemental-İslam ve Ilımlı İslam gibi projelerle Batı; anti-emperyal hareketleri tekrar ortadan kaldırarak temelleri 17.yy’da atılan Selefilik vb akımlar söz sahibi olmaya başladı. Balkanlardaki Osmanlı Türk kültür varlığı devamlılığının karşısındaki en ciddi engel, farklı dinlerden diğer halklar değil, İslam toplumundan Araplardır. Araplar bilhassa Osmanlı İslam mimarisini yok etmek bu mimarinin yerine Arap mimarisini dikmek için her fırsatı değerlendirmektedir. Dışişleri Bakanlığı, Balkanlar ve Kafkasya’daki Türk soydaşların ”Hıristiyan misyonerliği” ile ilgili çalışmalardan çok, Suudi Arabistan ve İran kaynaklı ”Vahhabileştirme ve Şiileştirme” tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğuna dikkat çekmişti. Vahabiliğin, Osmanlı mirası “Balkanlar İslamiyetinden” rahatsızlık duymasının iki sebebi olabilir; İlki, Vahhabilik Türk İslam’ını bid’ad, hurafe ve şirk olarak algılamaktadır. Türk İslam’ının dini-folklorik boyutunun, bu halkları nasıl birleştirdiği karşısında acze düşmektedir. İkincisi; Balkanlarda İslam, geniş anlamda Türklüğü çağrıştırmaktadır. Araplar İslam ile kendilerini özdeşleşmişlerken, İslam’ın Türklükle anılmasından ciddi rahatsızlık duymaktadırlar. Bazı Balkan devletleri resmi politika olarak “Balkan Türk nüfusunu”, Müslüman cemaat olarak algılarken, Araplar ve bu ülkeler farklı nedenlerle ve fakat aynı siyasi tercihte birleşmiş olmaktadırlar.* (Dr.Yaşar Kalafat)
Soğuk savaş döneminde içine kapalı kalmış olan Balkan Müslümanları, Sovyetlerin çöküşü ve Yugoslavyanın dağılma süreciyle İslamiyet adına hareket eden çeşitli grupların ilgi alanına girdi. Farklı mezheplerle, tarikat ve cemaatlerin bu insanları etki altına almak için bir takım gayretleri olduğunu görüyoruz. Bunların insan kazanmaya yönelik hırsları İslamın özünde var olan sevgi ve tevekkülle engin hoşgörüye rağmen kendi içinde çatışmaya zemin yaratmaktadır. Balkanlar 90’lar boyunca yaşadığı savaşlarda ve buhranlarda sıklıkla Vahabilerle karşılaştı. Riyad destekli Vahhabi örgütleri, hem Vahabizm propagandası yaptılar hem de bölgede Osmanlı’dan miras kalan kültür eserlerini sistematik bir şekilde yok ettiler. Vahabilerin hem Kafkasya’da hem de Balkanlarda “Türk düşmanlığı” temasını işlediklerini de unutmamak lazım.(1) Geçen ayın sonlarında Bosna’nın orta kesimindeki Bugojno kasabasındaki polis karakoluna düzenlenen terör saldırısı, ülkedeki küçük fakat giderek artan derecede saldırgan Vahhabi cemaatinin neden olduğu gerginliği göstermektedir. Hemen ertesinde Üsküp’te bir camide yine Vahabilerin sebep olduğu kavga Müslümanları çok tedirgin etmiştir. İslamın hoşgörü dini olmasına rağmen Suudi Arabistan kökenli Vahhabiliğin bu saldırıları zaten yüzyıllardır var olan Şii-Sünni anlaşmazlığıyla değişik tarikat ve cemaatlerin faaliyetleri bir araya geldiğinde İslamiyet adına tablo içaçıcı görünmemektedir. Balkan ülkelerindeki Müslümanlar, Vahhabilerin hedefinin “güvensizlik, korku ve endişe yaratarak halkı Avrupa-Atlantik entegrasyonundan uzaklaştırmak” olduğunu ileri sürüyorlar. Vahhabilere fırsat veren şeyin ülkedeki etnik bölünme olduğuna inanan, Ekonomik güçlüklerin, nefret ve saldırgan Vahhabi propagandasıyla birleştiğini söyleyen bazı vatandaşlar, cemaatin mutsuz gençleri cezbetmedeki başarısından şikayet ederek insanların korktuğunu belirtmekteler. Vahhabileri, İslami terörün çarları olarak niteleyen “Diplomatik Gözlem” Şu sıralarda Kafkasya, Orta Asya, Balkanlar ve hatta ABD’de yükselen yeni bir tehdit dalgasına işaret etmekte. Suudi çöllerinden kalkan tozun, bölgesel anlaşmazlıkların hüküm sürdüğü bütün topraklarda fırtınaya dönüşeceği haberini veriyor. Osmanlı İmparatorluğu’nda “Vahhabilik” Sünni kökenli Osmanlılara karşı mücadele vasıtasıydı. Sovyetler Birliği’nde ise Tacik radikallerin komünistlere karşı mücadele vasıtası oldu.