Mâtüridî’ye Göre Din-Şeriat Ayırımının Felsefî Temelleri
Prof. Dr. Hanifi Özcan
Başlıktan da anlaşılabileceği gibi, aslında burada ayrıntılı olarak din-şeriat ayırımından değil[1], tam tersine bu ayırımın dayandığı felsefî temellerden söz edilecektir.
Bir şeyin felsefî temelleri üzerinde durmak demek, onun, o anda ne şekilde bulunuyorsa o hâl üzere olmasını sağlayan ilkelerin tespit edilmesi demektir. Bu da, ancak onun dayandığı teorik ve “zihnî yapı’nın, yani “fikrî zemin”in açığa çıkarılıp felsefî değerinin ortaya konulmasıyla mümkün olur.
Burada yer alan “zihnî yapı” ve “fikrî zemin”; insanın bir düşünceyi ve buna bağlı olarak bir fiili ortaya koymasını sağlayan “zihnî itki ve motivasyon”u ve “fikri çatı ve örgü”yü dile getirmektedir. İnsanın gerek dînî, gerekse din dışı bütün düşünce ve fiillerinin, daha doğrusu topyekûn bir “beşeri başarı’nın doğru anlaşılabilmesi için, bu zihnî boyutun göz ardı edilmemesi gerekmektedir.
Bu bağlamda, hemen belirtilmelidir ki, din-şeriat aynımı, bu alanda insan zihninin ortaya koyduğu ve gerçekleştirdiği önemli bir beşeri başarıdır.
Eğer bu başarılmamış olsaydı, dinin oluşum ve gelişiminde önemli bir etken olan beşeri unsurlar fark edilemez ve bunun bir sonucu olarak da dinin insan hayatındaki istisnâî yeri ve amacı anlaşılamazdı. Bu da, insanın “din ilgisi”nin temelinin ve bir dini benimsemedeki esas amacının tanı olarak kavranılamaması ve hatta bir “din bilinci”nin oluşmaması demekti.
“Din ilgisi”nin belli bir “bilinç düzeyi”ne ulaşamaması ise, burada hem insanın hem de dinin amacının gerçekleşmesinin epistemolojik olarak mümkün olmaması demektir. Çünkü “bilinç”, hem inanan, hem de inanılan için bir ön şarttır. Bir başka deyişle, insanın İnanabilir, dinin de “inanılabilir” hale gelmesini sağlayan insan zihnidir, yani burada hem süje, hem de obje aynı zihnî faaliyetin bir başarısıdır. Çünkü din insan içindir ve dinin temelinde insan zihni vardır.[2] Yani din insanın fikrî ve zihnî yönüyle ilgilidir. İnsanın bütün zihnî faaliyetleri ise, onun bir “varlık olarak” var olma amacıyla, yani bu temel amaçla uyumlu olmak zorundadır. Çünkü o anda bu amacın şekillendirdiği bir birey olma bilincini içeren zilinin “belli bir amaçla belli bir yönde motive edilmesi” epistemolojik zorunluluktur. İşte, bu bağlamda hemen belirtilmesi gerekir ki, sosyal bir varlık olan insanın bütün kültürel başarılarında olduğu gibi, dinde de esas amacı, din vasıtasıyla kendisini gerçekleştirmektir.
Kendisini gerçekleştirme iradesi, inşam, bir kültür içerisinde dini insanın mutluluğuna vasıta olacak şekilde oluşturma ve geliştirmeye sevk etmiştir’.
Öyle ki, dinin oluşumuna ve gelişimine katılmak suretiyle insan, dini özümsemiş ve onu kendisine dıştan gelen bir dayatma olarak değil, bizzat kendi zihnî başarısı olarak görmüştür. İşte, bu yüzden, insan tarih boyu arzu ettiği sosyal yaşantı ve toplumsal taleplerle uyumlu bir dînî yapı oluşturarak toplumda kendisini ortaya koymaya çalışmıştır. O halde, din-şeriat ayırımının temelinde, insanın “bir varlık olarak kendisini gerçekleştirme” esasına dayanan bu amacı görmek gerekmektedir. Ancak unutmamak gerekir ki, bu amaç dayandığı temel dikkate alındığında, görülür ki, özü itibariyle bireyseldir.
Mâtürîdî’nin yaklaşımıyla dile getirecek olursak[3] [4], hemen her insanda bir din duygusu ve din fikri vardır; ancak insanların anlayış ve kavrayış dereceleri birbirinden farklı olduğu için, onların zihinde bulunan bu din duygusunu ve din fikrini kendilerini ortaya koyacak ve ifade edecek şekilde zillin dışına çıkarmaları, yani onu toplumda bireyi temsil eden ve herkes tarafından anlaşılan ortak bir fiil ve davranışa dönüştürmeleri mümkün değildir. Bir başka deyişle, her insan, kendi zihnî gücü ölçüsünde, zihninde taşıdığı bireysel din duygusunu ve din fikrini belki bir şekilde fiile ve davranışa dönüştürüp somut hale getirebilir. Ancak insanın bir fert olarak ortaya koyduğu bu fiil ve davranışların özünde bulunan ve ortadan kaldırılması mümkün olmayan bireysellik ve öznellik, onların başkaları tarafından kavranılmasını ve bireyin istediği amaç doğrultusunda anlaşılmasını imkânsız hale getirir.
İşte bu noktada, Mâtürîdî’ye göre, insanın zihnî seviyesi, yani onun anlayış ve kavrayış derecesi ne olursa olsun, dinin “zihin-içi”nden “zihin-dışı”na çıkarılabilmesi için, naklin yardımına ve yol göstermesine, yani peygamberin rehberliğine ihtiyaç vardır.
Çünkü burada dinin, naklin desteğiyle, zihin içinden zihin dışına çıkması demek, onun kişisellikten ve bireysellikten toplumsallığa ve toplumsallaşmaya, yani sübjektiflikten, bir bakıma, objektifliğe geçmesi demektir. Böylece, düşünce alanından pratik alana çıkan din, kişisel bir duygu ve bir kanaat olmaktan çıkıp inananları bir araya getiren ortak bir “değer” haline gelmektedir, işte bu “ortaklığı gerçekleştirmek ve aynı düşünce ve anlayışlara sahip olan insanların, aynı zamanda, kişisel inanç ve kanaatlerini ve hatta kendilerine özgü inanına biçimlerini de koruyarak, yani “dînî sübjektivizm”i de ortadan kaldırmadan, bir ortak noktada buluşmalarını sağlamak ve bir bakıma bir tür “dînî objektivizm” gerçekleştirmek peygamberin görevidir.
Peygamber tarafından “pratik alan’a aktarılarak “objektif” hale gelmesi sağlanılan din, artık genel anlamda din olarak değil, o” peygamberin şeriatı” olarak adlandırılmaktadır. Te’vîlât isimli meşhur eserindeki açıklamalar dikkate alındığında[5], Mâtürîdî’ye göre, “din”, şeriat vasıtasıyla ortaya konulmuş ve apaçık hale getirilmiştir.
Dinin bir şeriat şeklinde ortaya konularak açıklanması demek, onun “zihin-içi”nden “zihin-dışı’na çıkarılırken bir kültüre göre ifade edilip örneklenmesi ve o kültür içerisinde ortak bir anlayış ve davranışı gösteren somut fiillere dönüştürülerek toplumsal bir yapıya kavuşturulması demektir.
Böylece, İçinde şekillendiği kültürün özelliklerini yansıtarak onun bir parçası haline gelen ve şeriat adını alan din, insanın, her dönemde, kendisini ortaya koyma ve gerçekleştirme çabasıyla, tarih boyu değişerek gelişen kültürel başarılarına paralel olarak değişmiş ve zamanın izlerini içinde taşımıştır. Bu, dinin, her dönemde toplumun mutluluğu için çalışan ve kendisini bu konuda sorumlu hisseden dönemin âlimlerinin elinde şekillenmesi ve onların anlayış ve kavrayışlarına göre kültüre nüfuz ederek toplumun kültürel kazanımı ve kültürel başarısı haline gelmesi demektir. Dinin bir “kültürel kazanım” haline gelmesi, onun, her dönemdeki İlmî ve teknolojik gelişmelere paralel olarak değişmeye açık bir şer’î yapıya, kavuşması anlamına gelir. İslâm şeriatının târihî serüveni bunun tipik bir örneğidir.
Meselâ, bir Gazzâlî, bir Ebû Hanîfe, bir imâm Şafiî, bir Eş’arî ve bir İbn Sinâ olmasaydı, İslâm şeriatı bugünkü anlaşılış ve yorumlanışından farklı olabilirdi. Yani günümüz Müslümanlarının miras olarak devraldığı “İslâmî gelenek”, büyük ölçüde, önceki Müslümanların katkılarıyla oluşmuştur.
İşte, Mâtürîdî’nin din değişmeyip daimi olarak kaldığı halde, şeriatın her dönemde değişmesinden söz etmesinin sebebi budur.[6] Bu sebep, gelip geçici bir sebep olmadığına göre, yani din bir kültür içerisinde insanın kendisini ifade etmesine ve hattâ kendisini gerçekleştirmesine vasıta olmaya devam edecekse, birikimse! olarak oluşan şer’î yapı devamlı değişecek demektir. Aksi halde, dinin insan hayatında yer almaya devam edeceğini düşünmek teknik bir yanılgı olur. Bu durumun farkında olan Mâtürîdî, sisteminin temelini, dînî geleneği, yani şer’î yapıyı sürekli yenilenmeye açık tutacak bir epistemolojik altyapıya dayandırmıştır.[7] Öyle ki, bu epistemolojik temel dikkate alınırsa, İlmî ve teknolojik gelişmelere endeksli olarak dînî geleneğin de pekâlâ değiştirilebileceğini ifade etmek, ütopik bir iddia olmayacaktır.
[1] Dİn-şer jat ay many la il gi 1 i ay rı ntı 11 bi Igi İçi n bkz. Ha n i fi Özcan, Mâlûıîdi ‘de Dînî Çoğulcu hık (M.Ü. İlahiyat Fak. Vakfi Yayınlan, İstanbul 1995) ilgili bölümler.
[2] Ayrıntılı bilgi için bkz. Hanİfi özcan, “Modem Çağda Dinin Birey ve Toplum İçin Anlamı”, Akademik Araştti’malar Deıgiîi(Şubat-Nisan 2007, sayı; 32). Hanİfi Özcan, “İlk Müslüman Türk Devletlerinde Düşünce”, Tîirkler (Ansiklopedisi), e. 5, ss. 463-481.
[3] Bkz. Han iti Özcan, Mâfiirîdî’de Dînî Çoğulculuk, ss. 84-86.
[4] Bkz. a.£-.e.,s.85-86.
[5] Bkz.,a.g.e.,s.l08.
[6] Bkz,a.g.e,,s.72.
[7] Bkz.a.g.e.,s.77.