Taassuba Dayalı Din Anlayışı Karşısında Ebu Hanife Örneği

taassuba dayalı din anlayışı karşısında ebu hanife örneği

Taassuba Dayalı Din Anlayışı Karşısında Ebu Hanife Örneği

Prof. Dr. Mehmet Zeki İŞCAN

İslâm düşüncesinde akılcı din anlayışının temsilcilerinden biri olan Ebu Hanife’nin en önemli özelliği, özgül kültürlerin ötesinde evrensel bir İslâm tanımını kabul etmesidir.

Ebu Hanife bu yüzden dinin temel ilkelerine vurgu yapmış, olgudan hareket eden bir metot benimsemiş ve bunlar üzerine sistematik aklı koymuştur. Organik bir sosyalleşmeden mekanik ve sıralanmış bir sosyalleşmeye geçişin hissedilebilir izlerinin bulunduğu zaman kesitlerinde, toplumun organik formuyla dini özdeş görme eğilimi kendisini österebilmektedir. Zira değişim dönemlerinde din, kitlenin varoluşsal ilgilerini açıklama hüviyetine bürünmektedir. Başka bir ifade ile din, genel bir varoluşsa! düzenin kavramlarını formüle eden, bu kavramlarla olgusallık kazanan bir yapıya bürünebilmektedir. Burada belli bir toplumsal yaşam biçimi, dine şekil veren baskın bir unsur haline gelmektedir. Din artık bu safhada, belli bir yaşam tarzını onayan bir ‘ideoloji’ olmaktadır. Bu yüzden ‘Arap aklı’nda, cemaatçi yapıyı muhafaza etme, belli bir kültür çevresini din içinde değerlendirme, aklîliği örf ve adetlere kurban etme, sistematik olmaktan uzak basit fikirlilik, yeni problemleri kabul etmede isteksizlik ve atomistik zihin, hakim rol oynamıştır. Eşyayı düz ve kuru bir mantıkla kavrama alışkanlığının doğurduğu bu kapalı din anlayışı karşısında, Ebu Hanife örneğinde ‘akılcı-hadârî’ din anlayışı ise, şehirli bir sivilizasyonu temsil etmiştir. Bu yüzden eşyayı içten ve derinden murakabeyi esas almış, bunun üzerine sistematik aklı koymuştur. Toplumsal boyutun, şehirleşme oranında kazandığı yeni yapılara uygun olarak, dinin genel ilkelerine vurgu yapmış, yerelleştirilmek istenen dini, aklîliği ve insaniliği esas almak suretiyle, evrensel ölçülerde tanımlamaya çaba sarf etmiştir.

Ebu Hanife’nin Yöntemi İstihsan: Düşünceyi Hürleştirmek

Mutaassıp söylemde din, rivayetlerin ortaya koyduğu ‘delil’ e dayandığı için, rey ve görüşün hiçbir değeri yoktur. İçtihadın en son sınırı ‘kıyastır’. Yani bir meseleyi ‘geçmiş bir örneğe’ göre çözmektir. Dinde en fazla bu kadar ileri gidilebilir. Nitekim Şafi’î, istinbat aracı olarak nasların sadece kıyasa müsaade ettiğini belirtmektedir. Ona göre içtihadın teşvik edildiği hadislerde içtihat kelimesi, kıyas anlamında kullanılmıştır. Bu sınırı aşan yeni bir din koyan gibidir. Ebu Hanife’ye göre bilgi, sadece geçmişten elde edilemez. Kıyas, her şeyin çaresi değildir. Onun metodu, ‘istihsan’dır ; yani uygun olana göre şahsî kanaat ve tercih bildirmeyi esas almaktır. İstihsan, müsamaha ile hareket etmektir, insanlar için en uygun olanı aramaktır. İstihsan, halkın menfaati, ferdin haklarının korunması, kolaylık ve benzeri düşüncelerle, kıyası bırakmak anlamına gelmektedir. İstihsan bir meseleyi kendi iç bütünlüğü içinde değerlendirmektir. Bu yüzden bu prensibin önemli bir yönü, düşünceyi geçmişin, geleneğin ve taassubun baskısından kurtarmak, adeta onu hürleştirmektir. İstihsanda geçmiş bir örneğe dayanma yoktur. Hakikat mazide aranmamaktadır, ‘yeni olan’, kamu yararı ve uygulanabilirlik açısından değerlendirilmekte ve günün şartları içerisinde ‘güzel görme’ ile anlaşılmaya çalışılmaktadır.

Hukukun Üstünlüğü: İman-Amel Ayrımı

Ebu Hanife’ye göre ise iman başka amel başka şeydir. İman, Allah’a ve peygamberine inanan her kişi için aynıdır. Onun ne azalması söz konusudur ne de artması. Bu yüzden bütün inananlar, iman açısından eşittirler. İman amel ayrımı tabir caiz ise vatandaşlıkta eşitliği getirdiği gibi insanların kanun önünde eşitliğini de öngörmektedir. Bu yüzden Ebu Hanife, ‘kıble ehli mümindir, onları terk ettikleri herhangi bir amelden dolayı imandan çıkmış kabul etmem’ derken, böyle kişilerin sadece ahiretteki durumlarını dile getirmiş olmamakta, aynı zamanda onların ‘toplumun’ üyeleri olduklarını da ortaya koymaktadır. ‘İman ve amel ayrıdır’ tezinin sahiplerinin, İslâm dünyasında hukukun üstünlüğü prensibini ilk dile getirenler olduğu söylenebilir. Çünkü bunların tezine göre dindarlık ölçeğinde değerlendirmeye tabi tutulup, kişi hakkında dünyevî hüküm verilmemeli ve bu gerekçeye dayanarak o, toplumdan dışlanmamalıdır. Ebu Hanife’nin iman amel ayırımı, İslâm’ı tek kültür koduna hasr eden anlayış karşısında bir duruş olmuştur. Bu düşünce, imanın, bir cemaatin ontolojik varlık esası olmasını reddetme üzerine kuruludur. Bu yüzden bu düşünce, müslümanlann eşitliği prensibini esas almıştır

Körü körüne itaate değil bilgilenmeye çağıran Ebu Hanife

Ebu Hanife’nin bir başka özelliği de görüşlerini din olarak dayatma arzusunu duymamış olmasıdır. O, olgudan hareket eden aklî düşüncenin bir gereği olarak, bir görüşün, mutlak doğru ile özdeşleştirilemeyeceğini ortaya koymaya çalışmıştır. Halbuki Arap aklında hakikat tektir; o dile getirilir ve böylece ona itaat vacip olur. Ebu Hanife ‘itaat’e değil ‘bilgilenmeye’ çağırmaktadır. Bu yüzden onun bu tavrı çok yadırganmıştır. Rivayete göre Ebu Hanife’ye bir konudaki görüşü sorulduğunda o, konu hakkındaki düşüncesini dile getirmiştir. Fakat danışan kişi; ‘bu nasıl olur, geçen sene aynı konuyu size takdim ettiğimde bana bugünkü düşüncenizin tam aksiyle cevap vermiştiniz’ demiştir. Ebu Hanife: ‘O geçen seneki örüşümdü. Bu seneki düşüncem farklıdır’ dediğinde söz konusu kişi; ‘bana gelecek sene de fikrinizi değiştirmeyeceğinizi garanti edebilir misiniz?’ diye sormuştur. Ebu Hanife gayet rahat bir tavırla ‘bilemem’ cevabım vermiştir. Bunun üzerine adam: ‘Ama ben Allah’ın lanetinin senin üzerine olduğunu biliyorum’ demiştir.

Kadına Bağımsızlık Veren Ebu Hanife

‘Şehrin içinde olup şehre dahil olamayan’ ve onun sofistike kültürünü anlayamayan, bu yüzden zengin fikrî yürütmelerden uzak bir özellik arz eden gelenekçi zihniyetin önemle üzerinde durduğu konulardan bir tanesi de velisiz nikahın batıl olmasıdır. Rasulullah’a dayandırılan rivayetlerden birinde şöyle denmektedir: ‘Hangi kadın velisinin izni olmadan evlenirse nikahı geçersizdir’. Bir başka rivayette ise ‘evlenme ancak veli ile olur’ hükmü bulunmaktadır. Ebu Hanife ise nikahta velayeti mutlak bir şart olarak kabul etmemiştir. Nikah, bir kültürün özelliklerini açıklayabilecek unsurlardan biridir. Velayetin nikahta şart olması, geleneksel bağların muhafızı konumunda olan aile ve kabilenin, ferdin hayatındaki rolünü ortaya koyduğu için önemlidir. Velayet şartını arayanlar, kadının kendi başına bir varlık olduğunu reddetmektedirler. Velayetle kadının varlığı, aile ve kabileye bağlanmaktadır. Bu yüzden velayet yetkisi, aile ve kabilenin varlık ve birliğini temsil etmektedir. Ebu Hanife Örneğinde ise ferdî görüşün asliliği esas alınmaktadır. Burada kadına, aile ve kabilesine nispetle bir bağımsızlık verilmekte ve kadın, müstakil bir varlık olarak kabul edilmektedir.

Arapça’nın Kutsallaştırılması Karşısında Ebu Hanife

Ebu Hanife, Kur’an’ın aslî unsuru, Allah’ın zatında kaim olan kelamdır. Yazılar, harfler kelimeler, kulların anlama ihtiyacını karşılayan ‘manaya delalet eden’ şeylerdik derken aslında, Arap dilinin içinde mündemiç olan kültürü, Kur’an’ın bir parçası olarak görmemiş olmaktadır. Arapça dışında diğer dillerle de ibadetin caiz olduğu ile hükmederken de Ebu Hanife, farklı kültürlere saygıyı esas almaktadır. Öz ifade ile,’Arap aklı’na göre Arapça, Kur’an’ın; Arap hayat tarzı da, dinin aslî unsurudur. Ebu Hanife’ye göre ise Arapça, dolayısıyla bu dilde mündemiç Arap kültürü, Kur’an ve dinin aslî cüzleri olarak kabul edilemez. Kur’an’ın aslî unsuru olarak Arapça’nın kabulü, nihayetinde ‘başka bir dil, başka bir kültür din dilini belirleyemez’ anlamına gelmektedir. Maturîdî’nin izahlarından anladığımıza göre, Ebu Hanife ise, dil ve kültür farklılığının ‘din’de de bir farklılığı beraberinde getirmeyeceği inancını taşımaktadır. Dil farklılığı, ‘hakikat’i, ayrı şeyler halinde belirlemeyecektir.

Ebu Hanife ile cemaatçi yapıdan toplum tasavvuruna geçiş

Avamî gelenekçiliğin en bariz vasfı, cemaatçiliktir. ‘Cemaat’, bu anlayışta, nihayetinde şu anlama gelmektedir: Hakikati sadece kendi içinde gören kapalı birliktelik. ‘Biz şuuru’nun hakim olduğu cemaatçi yapıda, insanları farklılıklarıyla ele alan, onların ortak paydasından, etkileşimlerinden hareketle tanımlanabilecek bir toplum tasavvuru yoktur. Cemaat ‘açık toplum’ karşıtlığıdır. ‘Başkasına’ ait olanı tamamen reddeden, kendinde olanı başkasının bozacağından korkan, ferdi, ‘aşiret humanizmasına’ kurban eden bütüncül bir kimliktir. Cemaatçi yapıda, kendinin olanı kendi içinde muhafaza etme, dışa açılımdan çekinme ve başka ‘çevre’lere güvensizlik duyma söz konusudur. Bu yüzden cemaatçiliği, yok olma tehlikesiyle karşılaşmış bir hayat biçimine romantik bağlılıktan doğan bir dayanışma ideolojisi diye tarif etmemiz mümkündür. Ebu Hanife ise cemaatçi yapıdan ‘toplum tasavvuruna’ geçişin ilk temsilcilerinden biridir.

İlgili Yazılar