Matüridî’nin Düşünce Sisteminin Önemi
Prof. Dr.Hanifi Özcan
Mâtüridî’nin topyekûn düşüncesini bir “sistem” olarak ele almak, ya da onu bir sistem olarak görmek demek; onun din alanındaki çeşitli görüşlerinin, belli bir amacı gerçekleştirmek üzere birbiriyle uyumlu ve birbirine bağlı bir örgüve buna dayanan dînî bir öğreti oluşturduğunu ileri sürmek demektir. Bu öğretinin temelinde birbirine sıkı sıkıya bağlı bir ilkeler bütünü yer almaktadır.
Bu bütünü oluşturan başlıca unsurlar “akıl”, “vahiy”, “sünnet”, “örfve âdetler”dir. Bir başka deyişle, onlar, bir bakıma, bu sistemin temel öğeleri ve onun zorunlu bileşenleridir. Mâtüridî’nin düşünce sisteminde bu bileşenler arasındaki uyum ve âhenk “te’vîl” yoluyla sağlanmaktadır. Öyle ki, te’vîl, sistemin temel dokusunu oluşturmakta ve ona ana rengini vermektedir. Çünkü te’vîl aklın bir eseri ve bir başarısıdır.
Burada, yani te’vîl’de, akıl, muhtemel anlamlardan birini, daha doğrusu, sünnet’e ve geleneğe, dolayısıyla insanın yararına, en uygun olanı tercih eder. Bu tercihte, örf ve âdetler akla ışık tutar ve onu en uygun anlayış ve kavrayışa yönlendirir. Bunu gerçekleştirmede uygulanacak yöntem, konunun ilgili olduğu alana ve duruma göre değişir. İstidlâl, kıyas, içtihat vb. burada başvurulan yöntemler arasında yer alır.
Bu sistemde akıl, vahiy ve sünnet âdeta birbirinden ayrılmaz bir “üçlü”oluşturur.
Ancak, sistemin idaresinden ve kontrolünden akıl sorumludur. Yani vahiy ve sünnet ancak akıl zemininde bir anlam ifade eder. Bir başka deyişle, anlamının aklen açık ve berrak olduğu yerlerde vahiy doğrudan esas alınır; kapalı olduğu durumlarda ise te’vîl edilir. Aslında, Mâtüridî’ye göre, sahabe döneminden sonraki bütün tefsirler bir te’vîl’dir ve “te’vîl”, amelî konularda, yani uygulamada ve hayatın her alanında vahye işlerlik kazandırır.
Ahlâkî alanda “iyi” ve “kötü”nün tespitinde ise, akıl ile vahiy arasında bir “iç uyum” vardır. Bu uyuma göre, aklın vahiy’den önce olması zorunludur ve ahlâkta vahyin görevi, aklın tespitlerini teyit etmektir. Çünkü “akl-ı selîm” ile “vahiy” arasında, yaratılışı gereği, hiçbir zaman bir çatışma olmaz. Burada, vahyin (naklin) yardımı ve desteği -kendi fikrî çabasıyla kavrayabilecek zihnî seviyeye sahip olan çok az sayıdaki filozoflar ve âlimler için değil- ancak öğretme, yönlendirme ve uyarı ile anlayabilecek kapasitedeki insanlar içindir.
Bu sistemde, amelî konularda vahiy ve sünnet ağırlıklı olan bu yaklaşım, îtikâdî ve ahlâkî konularda akıl ağırlıklıdır. Mesela, amelî alanda vahye destek olarak görülen sünnet’e, îtikâdî konularda temkinli yaklaşılır. Mi’râc’ın vahiyde yer almayan ayrıntıları âhad haberle bilindiği için, bizim o konuda her hangi bir şey söyleyemeyeceğimiz ifade edilir.
Bütün bunlarda göz önünde bulundurulan amaç, akla ve sağduyuya aykırı olmayan bir din anlayışı geliştirmektir.
Bu bağlamda pekâlâ denilebilir ki, bu sistemde bileşenler arasındaki ilişkinin te’vîl yoluyla sağlanmasının sebebi, daha doğrusu, sistemin varlık sebebi, bütün insanlara örnek olacak ve İslam Dini’ni Arap kültürünün ve Emevî ırkçılığının çerçevesi dışına çıkararak onu evrenselleştirecek ve başka milletlerin de benimseyebilmesini sağlayabilecek bir yaklaşıma elverişli “bir din anlayışı” tesis etmektir. Öyle görünüyor ki, “Türk Müslümanlığı” da denilen “Türk din anlayışı”, varlığını bu yaklaşıma borçludur ve o, bu tür bir fikrî zeminde ortaya konulmuştur.
Tarihte çeşitli dinleri benimseyip değiştirerek, âdeta bir arayış içerisinde olan ve sonunda İslâmiyet’te karar kılan Türkler için bu çok önemlidir. Bunu, yani Türk din anlayışını, Mâtüridî düşünce sistemine varlık kazandıran bileşenlerin gerçekleştirdiği bir “kazanım” ve bir “fikrî başarı” olarak görmek gerekmektedir.
Bütün sistemde göz önünde bulundurulan temel amaç ise, “geleneğine bağlı Müslüman olmayı sağlamak”tır.
Öyle görünüyor ki, Mâtüridî, baştan sona bunun mücadelesini vermiştir. Yani o, kendi tarihinden, örf ve âdetlerinden kopmadan bir dinin nasıl benimsenebileceğini göstermeye çalışmıştır. Bir başka deyişle, o, sonradan benimsenen dinle, tarih boyu sahip olunan kültürü kaynaştırmanın, yani deyim yerindeyse, “dini kendine mal etme”nin ve kültürdeki milliyetçiliği dine de yansıtmanın yollarını aradığı izlenimini vermektedir. Bu amaçla, o, konunun ilgili olduğu yere ve duruma göre, Ebû Hanîfe’nin yöntemine ve “uygulamaları”na sıkı sıkıya bağlı kalmıştır.
Bu yüzden, Mâtüridî düşünce sisteminde te’vîl merkezî bir yere ve öneme sahiptir.
Çünkü te’vîl’in kazandırdığı imkânla, İslâm Dini, Kur’an ve Sünnet temeline dayanan ve bu temelden fedakârlıkta bulunmayan bir yaklaşımla ele alınıp dinin metafizik, dolayısıyla evrensel boyutu, Arap kültürünün etkisiyle tarih boyu oluşan ve dinin özünden ve aslından olmayan unsurlardan kısmen ayıklanabilmiştir. Böylece, bir bakıma, yeni benimsenen dini, insanın, yabancı bir unsur olarak değil, âdeta kendi kültürü içerisindeki bir fikrî açılım ve yeni bir oluşum olarak görmesi ve dine daha çabuk ısınıp adapte olması sağlanmıştır.
İşte, bu nedenle, Mâtüridî düşünce sistemini, Türk düşünce hayatının ve Türk kültürünün temel unsurlarından biri ve belki de en önemlisi olarak görmek gerekir. O halde, pekâlâ denilebilir ki, özünü bu sistemin oluşturduğu Türk din anlayışı; eğer çeşitli amaçlarla, çeşitli şekillerde, çarpıtılmadan anlaşılır ve yorumlanırsa, Türk halkının, gelişen “yeni dünya düzeni”ne, kendi kültürünü ve milli değerlerini koruyarak, kolayca ayak uydurmasını sağlayacak fikrî zemine ve fikrî imkâna sahiptir.
Başvuru için Kaynaklar:
Hanifi Özcan, Mâtüridî’de Bilgi Problemi.
Hanifi Özcan, Mâtüridî’de Dînî Çoğulculuk.
Hanifi Özcan, “İlk Müslüman Türk Devletlerinde Düşünce”,Türkler(Ansiklopedisi)